Klinik Psikolog Serhat Uludemir

Klinik Psikolog Serhat Uludemir Bireysel Terapi
Aile/Çift Terapi
Çocuk-Ergen Terapi
05511599255

29/11/2025

İnsan çoğu zaman hayatı ertelediğini sanır.
Oysa çoğunlukla ertelediği şey hayat değil, kendi duygularıdır.

Bazı kişiler için adım atmak bu kadar zor değildir; onlar hareket ettikçe rahatlar.
Bazılarımız içinse her adım, içte eski bir yarayı kıpırdatan bir temas gibidir.
Aslında tam da bu nedenle, yapmak istediklerimizi yapamazken kendimize kızarız:
“İstesem yapardım, neden olmuyor?” diye.

Bunun cevabı çoğu zaman basittir:
Kişi, adımı değil; o adımın uyandıracağı duyguyu erteler.

Bir şeyi yapmak istediğimizde içimizde iki taraf konuşur:
• Gitmek isteyen taraf: meraklı, canlı, dokunmak isteyen.
• Kalan taraf: kaybetmekten korkan, riski okuyup geri çeken.

Ve çoğu insan bütün ömrünü bu iki taraf arasında sıkışmış hissederek geçirir.
“Bir yanım istiyor, bir yanım durduruyor” cümlesi boşuna bu kadar tanıdık değildir.

Anı yaşayamamak da çoğu zaman bir dikkatsizlik değil;
kendini hissetmeye tutulan ince bir frendir.
Çünkü anın tadını çıkarabilmek, bedende beliren duygulara izin vermeyi gerektirir.
Ve bazı duygular—neşeden çok, kırılabilirlik taşır:
Yakınlık, sevinç, heyecan… Hepsi aynı zamanda “kaybedebilirim” riskini hatırlatır.

İşte tam bu yüzden, bazı insanlar en çok arzuladıkları şeylerin yanında en çok donakalırlar.

Kendine bugün şu soruyu sorabilirsin (hesap vermek için değil, anlamak için):
“Ben gerçekten neyi erteliyorum — eylemi mi, yoksa onun uyandırdığı duyguyu mu?”

Çünkü çoğu zaman fark ettiğimiz anda değişimin ilk adımı kendiliğinden başlar.
İnsan, duygusunu fark ettiği an artık aynı kişi değildir.

Ve belki de “çok geç olmadan” dediğimiz şey, aslında içimize doğru küçük bir kapı açabilme cesaretidir.

23/11/2025

Hepimiz hayatımızda bir kez olsun, “Bu ilişki bana iyi gelmiyor ama ayrılamıyorum” çıkmazına girmişizdir. Sürekli eleştirildiğimiz, kalbimizin kırıldığı, hatta değersiz hissettirildiğimiz bir yerde neden kalmaya devam ederiz? Bu sorunun cevabı, genellikle çocukluğumuzda, duygusal tutarsızlığın hâkim olduğu anlarda gizlidir.
Çocukluk çağında, ağır bir azar işiten, gözyaşları içinde kalan bir çocuğun, birkaç dakika sonra “Hadi sofraya gel” diye çağrılması, masum bir yemek davetinden çok daha fazlasıdır. Bu, çocuğa gönderilen çok güçlü bir sinyaldir: “Yaşadığın acının süresi ve derinliği önemsiz. Uyum sağla ve normalleş, yoksa kabul göremezsin.” Çocuk bu anlarda şunu öğrenir: Sevgi ve güvenlik, sabit bir zeminde değil, ebeveynin anlık öfkesi ile geçici lütfu arasında dans eden, güvenilmez bir ipin üzerindedir. Hayatta kalmak için, acısını hemen yutup, kırılganlığına rağmen o sofraya oturmayı öğrenir.
Bu erken dönem dersi, yetişkinlikte bir bağlanma koduna dönüşür. Artık bizler, bilinçdışımızdaki o eski senaryoyu tekrar etme eğiliminde oluruz: Bize inciten, bizi hiçe sayan partnerlerin veya arkadaşların yanında kalmaya ısrar ederiz. Çünkü zihnimizdeki o eski kayıt şunu fısıldar: “Azar ne kadar şiddetli olursa olsun, biraz sabredersen sonunda sofraya çağrılırsın, yani bir miktar kabul göreceksin.” Yetişkin, sevgi ve kabulü, kendisine kötü davranan birinin yanında durarak, o tutarsızlığın sonunda gelecek “ödüle” tutunarak aramaktadır. Bu durum, acının bittiği bir ilişkiyi değil, acının olduğu bir yerde kalmayı normalleştiren bir kalıbın tekrarıdır.
Unutmayın, içgörü odaklı çalışmalar, bize bu eski kasetin sesini kısmayı öğretir. Kendi değerinizi, başkasının size gösterdiği geçici kabul anlarına endekslemeyi bırakmalısınız. Sürekli kırıldığınız bir sofradan kalkıp gitme cesareti, çocukluk travmanızın döngüsünü kıran en güçlü eylemdir. Değeriniz, kendinize gösterdiğiniz tutarlı saygıdadır, başkasının tutarsız davranışlarına uyum sağlamakta değil.

16/11/2025

Canımız yandığında uyumaya yönelmemiz, çoğu zaman fark etmeden kullandığımız eski bir savunmanın izidir. Zihnimiz yoğun bir duyguyla karşılaştığında onu hemen işleyemez; önce yükü azaltmak, sahneyi bulanıklaştırmak ister. Uyku da bu bulanıklığın en rahat yoludur. Çocuklukta zorlanırken “kapanarak” rahatlamayı öğrenmişsek, yetişkinlikte de acı anında aynı yola başvururuz. Çünkü zihnimiz için uyku, duygunun kendisini değil, duyguyla temas etme zorunluluğunu bir süreliğine kapatan bir perde gibidir. Oysa perdelerin ardında kalan duygu, hâlâ bizi çağırır; görülmek, anlaşılmak, kendine yer bulmak ister. Bu yüzden her uyuma isteğinin altında aslında bir temas ihtiyacı vardır: “Biraz yavaşlayayım, önce kendimi toparlayayım, sonra bakarım.” Kendimize bu içsel çağrıyı duyacak kadar alan açabildiğimizde, uykunun ötesinde bir şey olur: acıyla değil, kendimizle temas ederiz.
Canımız yandığında uyumaya yönelmemiz, çoğu zaman fark etmeden kullandığımız eski bir savunmanın izidir. Zihnimiz yoğun bir duyguyla karşılaştığında onu hemen işleyemez; önce yükü azaltmak, sahneyi bulanıklaştırmak ister. Uyku da bu bulanıklığın en rahat yoludur. Çocuklukta zorlanırken “kapanarak” rahatlamayı öğrenmişsek, yetişkinlikte de acı anında aynı yola başvururuz. Çünkü zihnimiz için uyku, duygunun kendisini değil, duyguyla temas etme zorunluluğunu bir süreliğine kapatan bir perde gibidir. Oysa perdelerin ardında kalan duygu, hâlâ bizi çağırır; görülmek, anlaşılmak, kendine yer bulmak ister. Bu yüzden her uyuma isteğinin altında aslında bir temas ihtiyacı vardır: “Biraz yavaşlayayım, önce kendimi toparlayayım, sonra bakarım.” Kendimize bu içsel çağrıyı duyacak kadar alan açabildiğimizde, uykunun ötesinde bir şey olur: acıyla değil, kendimizle temas ederiz.

Sağlıklı ve olgun bir insan olabilmenin koşullarından biri: engellenmeyi tolere edebilmek.Engellenme, bir isteğimizin ge...
12/11/2025

Sağlıklı ve olgun bir insan olabilmenin koşullarından biri: engellenmeyi tolere edebilmek.
Engellenme, bir isteğimizin gerçekleşmemesi, bir şeyin önümüze set çekmesi ya da beklediğimiz bir karşılığın gelmemesiyle ortaya çıkar. Bu anlarda çoğu zaman öfke, hayal kırıklığı, utanç ya da çaresizlik hissederiz. Aslında mesele bu duyguları bastırmak değil; onlarla birlikte kalabilme kapasitemizi geliştirebilmektir.

Bu kapasite doğuştan değil, ilişkiler içinde şekillenir. Bir çocuk, ihtiyaç duyduğunda karşısında onu yatıştıran, duygusunu anlayan ve sınırlayan bir figür bulduğunda, yavaş yavaş “her şey hemen olmaz”ı öğrenir. Bu deneyimler, zihninde hem arzuyu hem de engellenmeyi birlikte tutabilme becerisini inşa eder. İşte bu beceri, yetişkinlikte sabır, esneklik ve duygusal dayanıklılık olarak karşımıza çıkar.

Ama eğer erken dönemlerde bu onarım yeterince yaşanmadıysa, kişi engellenmeyi bir tehdit gibi algılar. Küçük bir “hayır” bile, görülmeme ya da reddedilme duygularını canlandırabilir. Tepkiler de çoğu zaman bugüne değil, geçmişte onarılmamış o eski duygulara yöneliktir. Bu yüzden bazı insanlar engellendiklerinde hemen öfkelenir, bazıları içe kapanır, bazıları da tamamen geri çekilir.

Olgunlaşmak, bu geçmiş izleri fark edip bugünkü duygularla karıştırmamayı öğrenmektir. Yani engellenmeyi kişisel bir değersizlik gibi değil, hayatın doğal bir sınırı olarak görebilmektir. Ve insan, bu farkındalığı kazandıkça dış dünyanın engelleriyle değil, kendi içindeki güçle hareket etmeye başlar.

İçsel olgunluk, engellenmeye rağmen yönünü koruyabilme kapasitesidir.

10/11/2025

Bir insanı tüketmenin en hızlı yollarından biri, sürekli onu düzeltmek ve eleştirmektir. Çoğu zaman bu, “yardım etmek” ya da “daha iyisini göstermek” niyetiyle yapılır ama derinlerde başka bir mesaj taşır: “Sen olduğun gibi yeterli değilsin.” Sürekli eleştirilen biri zamanla iç dünyasında savunmalar geliştirir; bir yanı geri çekilir, bir yanı öfkelenir. Bu döngü uzadıkça, aradaki sıcak temas yerini sessiz bir uzaklığa bırakır.

Aslında eleştirinin altında çoğu zaman kaygı, kontrol etme isteği ya da görülmeyen bir kırgınlık vardır. Bazen “yanlış yapıyorsun” derken, farkında olmadan “benim güvende olmam için senin öyle davranmana ihtiyacım var” deriz. Ancak bu tutum, karşıdakini hep yetersiz ve suçlu konumuna iter; ilişkide nefes alacak alan kalmaz.

Gerçek değişim, düzeltmekten değil, anlamaktan geçer. Karşımızdakini eleştirmeden önce, “bu davranış bende ne hissettirdi?” diye durup bakabilmek, temasın en derin kapısını aralar. Kırgınlık, hayal kırıklığı ya da korku paylaşıldığında, ilişki yeniden canlanır. Çünkü insanlar düzeltilerek değil, anlaşılarak değişirler.

05/11/2025

Bırakmak…
Kulağa kısa bir kelime gibi gelir ama içinde koskoca bir direnç, bir korku, bir yas barındırır.
Bir insanı, bir alışkanlığı, bir beklentiyi ya da artık işlemeyen bir hikâyeyi bırakmak — sanki kendinden bir parçayı koparmak gibidir.

Oysa çoğu zaman “bırakmak”, kaybetmek değildir.
Bazen bırakmak; artık taşımak zorunda olmadığın bir yükü yere koymaktır.
Bir ilişkide sürekli veren tarafsan, hep “bir gün değişir” umuduyla bekliyorsan,
ya da bir şeyin artık seni büyütmediğini hissediyorsan — işte orada bırakmak, kendine dönmektir.

Ama insan kolay bırakmaz…
Çünkü beynimiz tanıdık olana tutunur, kalbimiz “alıştığı”na sadıktır.
Kırık da olsa, eksik de olsa, tanıdık olan bazen huzurdan daha güvenli gelir.

Bırakmak;
“artık böyle olmamalı” diyebilmektir.
Kendini suçlamadan, öfkeye saplanmadan, sadece olanı olduğu haliyle kabul edip bir adım geri çekilmektir.

Bazen büyümek, biraz da bırakabilme cesareti demektir.

Bazı yaşantılar vardır; üzerinden yıllar geçer ama etkisi geçmez.Bir ses, bir koku, bir cümle… ve o anda beden yeniden a...
03/11/2025

Bazı yaşantılar vardır; üzerinden yıllar geçer ama etkisi geçmez.
Bir ses, bir koku, bir cümle… ve o anda beden yeniden alarmdadır.
Zihin “geçti” dese de, iç dünyanın bir parçası hâlâ orada kalmıştır.

Aslında travma, olayın kendisinden çok beynin o olayı işleyememesiyle ilgilidir.
Normalde beyin, yaşanan her deneyimi işler, anlamlandırır ve geçmişe yerleştirir.
Ama yoğun bir stres ya da çaresizlik anında bu süreç yarım kalır.
İşte EMDR terapisi, beynin o yarım kalan işi tamamlamasına destek olur.

Seanslarda kişi, zorlayıcı bir anıyı hatırlarken terapistin yönlendirmesiyle göz hareketleri, ses ya da dokunsal uyarılar eşliğinde sürece girer.
Bu uyarımlar beynin iki yarımküresi arasında bir denge kurar;
beyin, tıpkı uykudayken rüya görürken yaptığı gibi o anıya ait bilgileri yeniden işler.

Zamanla, kişi aynı olayı hatırladığında artık aynı yoğun duyguyu yaşamaz.
O anı hâlâ vardır ama duygusal yükü çözülmüştür.
Kişi, geçmişi hatırladığında artık bedeni gerilmez; çünkü beyin “artık güvendeyiz” mesajını almıştır.

EMDR yalnızca büyük travmalar için değil;
kaygı, fobiler, özgüven sorunları, kayıp süreçleri, performans kaygısı ve çocukluk dönemine ait olumsuz yaşantılar gibi birçok durumda da etkilidir.

Bu süreçte kişi hipnoz altında değildir; bilincini kaybetmez.
Aksine, sürece tanıklık eder.
Korku, suçluluk ya da çaresizlik yerini sakin bir farkındalığa bırakır.

EMDR’nin amacı, geçmişi silmek değil,
geçmişin bugünü yönetmesine son vermektir.
Zihin, beden ve duygu yeniden dengeye gelir.

Ve kişi sonunda şunu fark eder:
“O yaşandı, ama artık beni tanımlamıyor.”

29/10/2025

“Eskiden kimse psikoloğa gitmezdi”

Bu cümle, çoğu zaman bir övünç gibi söylenir.
Ama biraz durup düşünelim:
Gerçekten kimseye ihtiyaç olmadığı için mi, yoksa ihtiyaç duyulmasına rağmen duygulara yer olmadığı için mi kimse gitmiyordu?

“Eskiden” denilen o dönemlerde insanlar elbette acı çekiyordu.
Ama duygular, “dayanmak”, “sabretmek”, “unutmak” gibi kelimelerin içinde saklanıyordu.
İçsel çatışmaların dili yoktu; çünkü duygular konuşulmaz, katlanılırdı.

Oysa bugün biliyoruz ki;
bastırılan öfke kaybolmaz, sessizliğe dönüşür.
İfade edilmeyen yas donup kalır.
Sevilmeden büyüyen bir çocuk, ileride kendine sevgisiz davranabilir.
Bir kuşak konuşamadığında, bir sonraki kuşak o sessizliğin yükünü taşır.

“Eskiden kimse psikoloğa gitmezdi” derken aslında şunu da diyebiliriz:
“Eskiden insanlar duygularıyla yalnız bırakılırdı.”

Bugün terapiye gitmek, yalnız olmadığımızı hatırlamanın bir yoludur.
Bir dönemin suskunluğunu fark edip, yeni bir dil kurabilmektir.
Zayıflık değil, bilinçli bir yüzleşmedir.
Çünkü geçmişin ağırlığını anlamak, onu çocuklarımıza aktarmamanın ilk adımıdır.

Belki eskiden kimse psikoloğa gitmiyordu,
ama bugün biz, o susturulmuş hikâyelerin içinden konuşmayı öğreniyoruz.
Ve bu, bir toplumun olgunlaşma, iyileşme ve duygusal mirasını dönüştürme sürecidir.

Bazen yaşadığımız travmalar, acı verici olsa da kim olduğumuzu şekillendiren bir parçaya dönüşür. Onları “atlatmak” yeri...
27/10/2025

Bazen yaşadığımız travmalar, acı verici olsa da kim olduğumuzu şekillendiren bir parçaya dönüşür. Onları “atlatmak” yerine, farkında olmadan onlara tutunuruz. Çünkü o acı, bir yönüyle tanıdıktır; kontrol edemediğimiz bir geçmişin içinde bile bir anlam taşır.

Zihnimiz, iyileşmeyi her zaman hemen seçmez. Bazen acının içinde kalmak, bilinçdışı bir sadakatin ifadesidir: “Bu acıyı bırakırsam, o zaman yaşadıklarım hiç yaşanmamış gibi olacak.”
Ama travmayı taşımak, geçmişi onurlandırmanın tek yolu değildir. Onu dönüştürmek de bir hatırlama biçimidir.

Terapi süreci, travmaya tutunan kısmımızla temas kurmamızı sağlar. Orada genellikle bir “neden bırakamadım?” sorusundan çok daha derin bir hikâye vardır: görülmemiş bir çocuk, duyulmamış bir çığlık, ya da bir kaybın yasını tutamamış bir benlik.

Travmadan kurtulmak değil, onunla ilişkimizi dönüştürmek iyileştirir bizi.
Çünkü bazı acılar geçmez; ama şekil değiştirir, anlam bulur ve sonunda bize ait olmaktan çıkıp bizimle barışır.

26/10/2025

Bir kız çocuğu için baba, sadece bir ebeveyn değildir; erkek dünyasına açılan ilk kapıdır.
Onun ilgisi, sesi, mesafesi ya da yokluğu… İleride kurulan ilişkilerin zeminini sessizce şekillendirir.

Baba, kızının gözünde “ben değerliyim” duygusunun ilk aynasıdır.
Eğer baba sevgiyle ama sınır koyarak, yakın ama boğmadan ilişki kurabiliyorsa; kız çocuğu büyüdüğünde hem yakınlığı hem özgürlüğü bir arada yaşayabilir.
Ama eğer baba uzak, eleştirel ya da ulaşılmaz bir figürse; kız sevgiye yaklaştığında içten içe “ya terk ederlerse?” diye kaygılanabilir.
Bazen de tam tersi olur — güçlü görünmeye, kimseye ihtiyaç duymamaya çalışır.

Baba-kız ilişkisinde yaşananlar, bir kadının kendine, sevgiye ve diğer insanlara nasıl yaklaşacağını fark ettirmeden şekillendirir.
Sevgi açlığı, görülme arzusu ya da “artık senin onayına ihtiyacım yok” diyememenin ağırlığı…
Tüm bunlar, babayla yaşanan duygusal bağın izlerini taşır.

Baba, kızının iç dünyasında sadece çocuklukta değil; büyüdüğünde de yankılanan bir sestir.
Ve bu hikâye sadece kız çocukları için değil…
Erkek çocuklarının kalbinde de baba, gücün, sevginin ve kendini ifade etmenin ilk örneğidir.
Kızına değer duygusunu, oğluna duygularını taşımanın yollarını gösteren kişidir baba.

16/10/2025

Kaygı sorunu yaşayan kişiler neden sık sık köşeleri tercih eder, bunu terapötik bir gözle şöyle açıklayabiliz: Köşe, fiziksel olarak arkayı ve bir yönü sınırlar; iç dünyada ise belirsizlik, beklenmedik duygular ve geçmişte yaşanan ilişki deneyimleriyle karşılaşma korkusunu azaltır. Dinamik psikoterapide, bu davranış genellikle kişinin erken ilişkilerinde öğrendiği “güvenlik stratejilerinin” bir yansıması olarak görülür — yani kişi, dış dünyada kontrolü daraltarak içindeki karmaşık ilişki temsillerini yönetmeye çalışır. Köşeye oturmak bir anlamda “duygusal sınır” koymaktır: hem tehlikeyi kontrol ediyormuş gibi hissettirir hem de yeni bağlantılara ve risklere girme ihtiyacını erteler. Terapi sürecinde hedef, bu güvenlik arayışını yargılamadan anlamak; kişinin içindeki kaygı döngülerini, hangi eski ilişki kalıplarının bunları tetiklediğini ve beden-deneyim bağlantılarını birlikte keşfetmektir. Güven duygusu yalnızca fiziksel konumla sağlanmaz — güven, ilişkide onaylanma, tolerans görme ve duyguların taşınabildiğini deneyimleme ile inşa edilir. Bu yüzden değişim genellikle küçük, güvenli adımlarla, terapötik ilişki içinde ve kişinin kendi tolerans sınırlarına saygı gösterilerek gerçekleşir: önce köşeden biraz daha uzağa oturmak kadar somut, sonra da duygusal alanda daha fazla açılma kadar derin.

Bazen insan kendine olan saygısını fark etmeden yitirir. Kimse gelip elinden almaz, hayatın içinde yavaş yavaş kaybolur....
09/10/2025

Bazen insan kendine olan saygısını fark etmeden yitirir. Kimse gelip elinden almaz, hayatın içinde yavaş yavaş kaybolur. Sürekli “önemli değil” diyerek, kendini geri plana atarak, sesini kısmaya alışarak… Bir noktada ne hissettiğini, ne istediğini, neye razı olduğunu bile karıştırırsın. Sonra bir gün bir bakarsın, sanki kanepenin altına düşmüş gibi, “kendime olan saygımı” arıyorsun.

Kendine saygı, güçlü durmakla ya da hep haklı çıkmakla ilgili değildir. Asıl mesele, kendi duygularına kulak verebilmek, kendini küçümsemeden, yargılamadan dinleyebilmektir. Çünkü insan kendini görmezden geldikçe iç dünyasında sessiz bir öfke birikir. O öfke, zamanla değersizlik, kırgınlık ve uzaklaşma olarak geri döner.

İyileşme, o bastırdığın sesleri yeniden duymakla başlar. İçindeki kırgın çocuğu, yorulmuş tarafını fark etmekle… Bazen bu kolay değildir, çünkü yıllardır susturduğun parçalarınla yüzleşmek cesaret ister. Ama her fark ediş, içsel bir adım olur; her “artık yeter” dediğinde, kendine biraz daha yaklaşmış olursun.

Kendine saygı yeniden kurulabilir bir şeydir. Küçük farkındalıklarla, daha dürüst ilişkilerle, “benim de bir sınırım var” diyebilmeyle başlar. Bu yolculukta amaç, “eskisi gibi olmak” değil; kendini yeniden tanımaktır.

Ve belki de en güzel başlangıç, o kanepenin altında ararken kendi içinden şu cümleyi duymaktır:
“Ben hâlâ buradayım.”

Address

İstiklal Mahallesi Şaiir Fuzuli Caddesi Özkal İş Merkezi No:36/6
Eskisehir
26010

Opening Hours

Monday 10:00 - 20:00
Tuesday 10:00 - 20:00
Wednesday 10:00 - 20:00
Thursday 10:00 - 20:00
Friday 10:00 - 20:00
Saturday 10:00 - 20:00

Telephone

+905511599255

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Klinik Psikolog Serhat Uludemir posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Practice

Send a message to Klinik Psikolog Serhat Uludemir:

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram