Zehra Eczanesi

Zehra Eczanesi Contact information, map and directions, contact form, opening hours, services, ratings, photos, videos and announcements from Zehra Eczanesi, Pharmacy / Drugstore, Atatürk Mahallesi 31118 Sokak 10-B Medikal Hastenesi Arkası, Mersin.

20/10/2025

OR**PU

Or**pu kelimesinin lügat anlamı "Kendisini para karşılığı satan" kadın olarak ifade edilir ama noksandır.
Gerçek tanımlama "Her türlü çıkarı için" olmalıdır.

Ben bugün çok talihsiz ve çok özel bir kadının öyküsünü yazayım.
Ben hayatım boyunca ona "Or**pu" diyemedim, trajik hikayesini okuduktan sonra acaba siz diyebilecek misiniz?
Kahramanımızın adı 1963 yılında bu dünyadan ayrılan ve yeryüzünde halen yeri doldurulamamış ünlü Fransız şarkıcı Edith Piaf'tır.
Bizim kuşak gençlerin kadınlarda Dalida, Sylvie Vartan, Mireille Mathieu, Patricia Carli ve elbette Edith Piaf, erkeklerde ise Adamo, Enrico Macias, J***y Holiday ve Charles Aznavour ile coştuğu mutlu yıllar.
Fransızca argosunda or**pu yerine "Kaldırım serçesi" denir.
Piaf hep bu tanımlamayla anıldı ama tek bir kişi bile kendisine "Or**pu" diyemedi.
Edith Piaf'ın yaşamı bir insanın ancak kötü masallarda yaşayabileceği, katı yürekli insanların bile duygu tellerini titreten, benzeri dünyada sanırım hiç yaşanmamış gerçek bir yaşam öyküsüdür.
*******************************
Edith Piaf fahişe bir baba ile annenin istenmeyen bebeği olarak 1. Dünya Savaşı'nın en karanlık ve berbat günlerinde 19 Aralık 1915'de dünyaya geldi.
İtalyan asıllı göçmen olan annesi ile eşcinsel babası sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Başlarını sokacakları bir evleri yoktu.
Sokaklar onların eviydi.
Günümüzde pek çok kişiye yadırgatıcı gelebilir ama 1. ve 2. Dünya Savaşları döneminde pek çok Avrupalı olağanüstü zor yaşam koşullarında hayata tutunmaya çalışırdı.
Bebek Piaf işte bu bakımsız ve p*s ortamda hayata tutunmaya çalışırken gözleri görmez oldu.
Babası onu ya ölüme terk edecek ya da birilerinin yanına bırakacaktı.
Ancak kimselerle dostluğu yoktu ki.. Paris'te genelev çalıştıran bir kadını tanıyordu, ona gidip yalvardı.
Kadın henüz bir yaşında olan minik bebeğe acıdığı için eve aldı.
Ancak orada 4 fahişe ile birlikte çalışan kadının çocuk bakımıyla uzaktan yakından ilgisi yoktu.
Bebek Edith Piaf'ı melekler büyüttü desek yanlış olmaz.
Piaf'ın gözleri kendiliğinden düzeldi, büyüdü, serpildi.
Bu koşullarda okula da gidemedi.
Genelevde fahişelerin arasında onların kirli çamaşırlarını falan yıkayarak günlerini geçiriyordu.
12 yaşına gelmişti. Bir sabah evde Fransız milli marşı olan "La Marseillaise"i yüksek sesle söylerken evdeki kadınların müthiş beğenisini çekti.
Küçük Piaf'ın pek duyulmamış, insanların gönül tellerini titreten müthiş bir ses kumaşı vardı.
Bu minik anı aslında onu dünya şöhretine götüren ilk adımdı.
*********************************
Kızının ses mükemmelliğini öğrenen baba, genelev patroniçesine giderek geçen yıllar için teşekkür etti ve kızını yanına aldı.
Aslında savaş bitmiş, ortalık sakinleşmişti.
Kızına sokaklarda hem şarkı söyletecek hem de taze vücudunu pazarlayacaktı.
Karısı yaşlanmaya başladığı için sapık herif kendisine yeni bir gelir kapısı arıyordu.
Edith Piaf yay burcudur.
Burcunun özelliği olarak iyiniyetlidir, sabırlıdır, duygusaldır, özverilidir ama özgürlüğünden asla taviz vermez.
Babasının yanından kaçtı.
Artık o da Paris sokaklarında müşteri arayan bir çocuk fahişeydi.
Tam o günlerde babasının bir başka kadından peydahladığı, kendi yaşıtı üvey kardeşi Simone ile tanıştı.
Kader iki üvey kız kardeşi sokaklarda buluşturmuştu.
Birlikte müşteri aramaya başladılar.
Takıldıkları bölge, Kırmızı Değirmen (Mulenruj) eğlence lokalinin de bulunduğu turisti çok bol olan Pigalle semtiydi.
Fiyatlar Paris'in diğer semtlerine göre daha ekonomikti ancak müşterisi boldu.
Kadınlar ucuz otelin fiyatı hariç genelde 150 Frang ücret alırdı.
***********************************
Piaf 17 yaşına geldiğinde babasının kim olduğunu hatırlayamadığı bir bebek doğurdu.
Bu yavru bakımsızlıktan menenjit oldu ve melek olup uçtu gitti.
Edith Piaf sigara ve içkiyi çok nadir kullanırdı.
Bu trajik olay sonrasında avunmak için içkiye ve şarkılara sarıldı.
Yüksek sesle şarkı söylediği bir akşam Paris'in kaliteli müzikhollerinden birinin sahibi olan Louis Leplee, sesine hayran kaldı ve sahnesinde şarkı söylemeye davet etti.
Aynı zamanda başarılı bir menajer olan Leplee onu şöhrete kavuşturmak için sihirli lakabı bulmakta zorlanmadı.
Ufak tefek olan Piaf artık bir "Serçe" idi.
Ancak kaldırımlarda bulduğu için yeni patronu "Kaldırım Serçesi" adıyla reklamını yapmaya başladı.
Edith Piaf tüm Fransa'da her geçen gün şöhretini artırmaya başladı.
Ona gün yüzü göstermeyen annesini ve sapık babasını da kaybetmişti.
O güne kadar insanlara hiç güvenmemiş, bu yüzden de hiç kimseyi sevememişti ama sevmeye ve sevilmeye aşıktı.
Evli, genç bir adamla tanıştı.
Adam ona hayatında ilk kez heyecan tattırıyordu.
Başbaşa olduklarında Piaf adeta yaşadığını anlıyor, mutlu bir yuvanın gelecek planlarını kuruyordu.
Adam iş seyahati için 3 günlüğüne Londra'ya gidecekti.
Öpüşüp ayrıldılar ancak 2 saat sonra felaket haberi ulaştı.
Uçak Paris Orly'den havalandıktan hemen sonra düşmüş ve kurtulan olmamıştı.
Piaf artık sadece şarkılarla, içki ve uyuşturucuyla yaşıyordu.
Her yıl onlarca yeni şarkısıyla dünya üzerindeki milyarlarca insana adeta müzikal terapi yapıyordu.
Onun şarkılarında gizemli isyanın, yakarışların, vazgeçilmez sevgi ve aşkın ayak seslerini hemen duyarsınız.
İnsanı hem hüzünlendirir, hem coşturur, hem düşündürür.
Sevgiye susayan, kanatları kırık, yaralı bir serçenin çığrışlarını çok net duyabilirsiniz.
***********************
Piaf son zamanlarında morfin de almaya başlamıştı.
Artık hızla malum sona doğru koşuyordu.
O günlerde bir dergiyle yaptığı kısa röportajında hayranlarına ve tanıyanlarına şunları söyledi:
"Hayatta en önemli şey sevmek ve sevilmektir. Bir erkeğin bir kadına verebileceği en değerli şey sevgidir. Sevin ve sevilin. Ben bunu yaşayamadım ama ne olduğunu çok iyi biliyorum.."
Bu onun son röportajı ve son sözleri oldu.
Birkaç gün sonra komaya girdi ve iflas eden karaciğeri nedeniyle yaşamdan koptu.
Yaşadıklarına bakılacak olursa sanki 150 yaşındaydı ama o sadece 48 yaşında vücudu biraz kirli ama kalbi tertemiz, ölesiye sevgiye hazır genç bir kadındı.
Ben onun hüzünlü yaşamının bazı özel ayrıntılarını 18 yaşımdayken, onu yakından tanımış ve beraber olmuş, olgun bir Fransız büyüğümden dinlemiştim.
Yaşadıklarından bazı kesitler filmlere, operetlere, şarkılara yansıdı.
Katolik Kilisesi Başp*skoposu yaşadığı renkli hayatı nedeniyle cenaze törenini yapmak istemedi ancak bu tutumu, görülmemiş bir protestoya yol açtı.
Piaf'in cenazesine en fazla 10 bin kişi katılacağı tahmin edilirken o gün bütün Paris'te trafik kilitlendi ve cenazeye en az 100 bin kişi katıldı.
Böyle bir cenaze töreni devlet büyükleri dahil Paris'te ilk kez görülüyordu.
Naaşı Paris'in kent içindeki en büyük ve ünlü, yabancı dinlerden hatta bazı Türklerin de sonsuz uykuya yattığı "Pere Lachaise" mezarlığında gömülüdür.
*******************
Ben Edith Piaf'a hayatımda "Or**pu" diyemedim, onun adını her zaman saygıyla, hüzünle andım.
Baştan sonra trajik yaşam öyküsünü öğrendikten sonra sizler de acaba "Or**pu" diyebilir misiniz?..
Ortalıkta kendi çıkarı için en temel ilkelerini bile çiğneyen her yaştan kadın-erkek yığınla siyasetçiyi, yöneticiyi gördükten sonra gerçek or**pular sizce acaba kimlerdir?

Cahit Çataloğlu
15 Ağustos 2025

19/10/2025

İzmir'de doğan henüz küçükken İstanbul'a göç eden ünlü sinema sanatçısı Fatma Belgen, 2008 yılında doğduğu şehir İzmir'e döndü. Bir süre bankacılık yaptıktan sonra 1971 yılında Ses dergisinin açtığı 'Artist Yarışması'nda 3 bin kadın arasında ikinci seçilen ve daha sonra çok sayıda sinema filmi ve dizide rol alan Belgen, İzmir'de sakin bir hayat sürüyor. Sokak hayvanlarına büyük bir sevgi duyan Belgen, onları daha iyi besleyebilmek için ördüğü bereleri çarşamba ve cuma günleri Gaziemir'de kurulan pazarda satıyor.

"Ben boş durmayı sevmem"

İzmir'e ailesiyle daha fazla vakit geçirmek için döndüğünü belirten Belgen, "İstanbul defterini kapatmam gerektiğine inandım. Ailem buradaydı. Ahir ömrümde onlarla yaşamak için 2008'de kalktım geldim ama tek tek hayatlarını kaybettiler. En son sözü kader söyler. Yüce yaratan onları aldı. 'Allah'ım beni bırakma, beni zelil etme. Ben elimden geldiği kadar kendimi korumaya ve yaşatmaya çalışacağım' dedim. Ben boş durmayı sevmeyen bir insanım. Örgü örmeyi çocukluktan beri çok seviyorum. Annem öğretmişti. Setten geldiğimde annemin dizinin dibine oturur örgü örerdim. Birkaç yıl önce bereleri örmeye başladım. Burada sokak canlılarına bakıyorum. Kendime yetecek durumdayım ama sokak canlılarını besleyebilmek için bu bereleri pazarda satmaya başladım" diye konuştu.

"Lütfen sanatçıya acımayın"

Gaziemir'deki vatandaşların kendisini çok sevdiğini ve yaptığı işi takdir ettiğini söyleyen Belgen, sözlerini şöyle sürdürdü:

"Ben bu bereleri geçinmek için de satabilirdim. Ayıp değil. Neden ayıplıyorlar onu da anlamıyorum. Bana neden ayıp olsun ki? Bir padişah, sadrazama nefsinden şikayetçi olmuş. Sadrazam da 'sokakta kuru et satar mısın?' demiş. Padişah sokakta kuru et satınca insanlar 'padişaha bak, sokağa düşmüş' demiş. Ben nefsimi yenmek istiyorum, şöhretimi değil. İnsanlar sokakta ne yaşıyor, ne yapıyor, bunları anlamak adına da sokağa çıktım. Ben çocukluğumdan beri emekçiyim. Ama film çekerek, ama bere örerek, ama yük taşıyarak. Şükürler olsun, istediğim ve sevdiğim bir mesleği yıllarca yaptım ama lütfen sanatçıya acımayın. Burada ajitasyon yapmıyorum. Bazen sokakta fotoğrafımı çekip 'yazık sokakta bere satıyor' diye paylaşıyorlar, diğeri de 'paraları ne yapmış?' diyor."

"Onlar bize emanet"

Sokak hayvanlarının insanlara emanet olduğunu söyleyen Belgen, "Onları Allah yarattı ve onlar bize emanet. Bu dünya bizim değil ki. Biz dünya üzerinde yaratılan canlılarız. Sokak hayvanlarına işkenceleri duyuyoruz. Sebep ne anlamıyorum. Hükmünüz onlara mı geçiyor? Sevgi, merhamet, empati ve hoşgörü çok önemli. Ben hayatım boyunca her şeyimi paylaştım. Sevgimi, ekmeğimi paylaştım. Hala yaşıyorum, bir şeye muhtaç değilim. Paylaştıkça çoğalır. Tatlı dilli ol, güler yüz göster, bir ağaç dik, bir kedi sev, bir köpek besle. Bu kadar zor mu?" ifadelerini kullandı.

"Göçüp gidince en azından 'bu hatun kişi böyle bir misyon bıraktı' desinler"


--- 🍂
Alıntı

18/10/2025

BİR NEFESİN ARDINDAKİ HİKÂYE: VICKS NASIL DOĞDU?
Hazırlayan: Dünya Gözüme Kaçtı

Bazı icatlar vardır ki, laboratuvarlarda değil; kalplerde başlar.
Sadece bilgiyle değil, eksilmiş bir nefesle, iyileştirilememiş bir evlatla, tutulamayan bir sözle doğarlar...

Amerikalı eczacı Lunsford Richardson, 1854’te doğdu. Kuzey Karolina’da küçük bir eczanesi vardı. Altı çocuk babasıydı. Ne var ki, o çocuklardan biri, henüz küçücükken şiddetli bir solunum yolu hastalığına yakalandı. Oğlunun acı çekerek nefes alamayışını izlemek, Lunsford için tarifsiz bir çaresizlikti. Ne denediyse fayda etmemişti.
Ve oğlunu kaybetti…

İşte o gece, bir eczacı değil, yalnızca yasıyla baş başa kalmış bir baba olarak karar verdi:
Nefes alamayan başka çocuklar da aynı acıyı yaşamasın…

Kendi küçük laboratuvarına kapandı. Raflardan aldığı doğal içerikleri tek tek denemeye başladı. Kafur… Mentol… Okaliptüs…
Her biri doğanın şifa veren nefesleriydi.
Onları yoğun bir merhem hâline getirdi. Göğse sürülünce buharı solunum yollarını açıyor, özellikle çocuklara gece rahat bir uyku sağlıyordu.

Bu formülü ilk olarak kendi ailesinde denedi. Sonuç etkileyiciydi. Öksürükler hafifliyor, çocuklar daha huzurlu uyuyordu.
Ve böylece o tanıdık formül doğdu: Bugünkü adıyla Vicks VapoRub.

Peki adı neden Vicks oldu?

Aslında bu, Lunsford’un ailesine duyduğu sevginin başka bir yansımasıydı. Kayınbiraderi Dr. Joshua Vick, tıbbî bilgileriyle ona hep destek olmuştu. Lunsford da bu katkıya minnet göstermek için ürüne onun soyadını verdi:
“Vick’s” – Zamanla bu isim sadeleşti ve bugünkü hâlini aldı: Vicks.

Ancak hikâye burada bitmedi. İlk yıllarda bu ürünü kimse ciddiye almadı.
Lunsford pes etmedi. Şişeleri eline alıp kapı kapı dolaştı.
Derken, oğlu Smith Richardson babasının mirasını devraldı. Vicks’in üretimini büyüttü, paketlemesini yeniledi, Amerika’nın dört bir yanına ulaştırdı.

Ve sonra 1918 geldi. Dünya büyük bir felaketle sarsıldı: İspanyol gribi salgını.

İnsanlar öksürük nöbetleriyle kıvranıyor, hastaneler yetersiz kalıyordu. İşte o anda, Vicks VapoRub adeta bir kurtarıcı gibi ortaya çıktı.
Sadece bir merhem değil, boğulan bir nefese sunulan bir destekti.
Şişeler raflardan hızla tükeniyordu. Üretim yetişemiyordu.
Vicks, o günden sonra yalnızca bir marka değil, bir ev kokusu oldu. Anne eliyle göğse sürülen o serin mentol kokusu, milyonlarca çocuğun hafızasında yer etti.

Ama her büyük hikâyenin bir gölgesi vardır.
Ve bu formülün gölgesinde bir baba acısı yatar.
Lunsford Richardson, kendi oğlunu iyileştiremedi belki…
Ama onun ardından bulduğu bu şifa, yüzbinlerce çocuğun hayatına dokundu.

Bugün hâlâ o kavanozun kapağını açtığınızda, burnunuza dolan mentol kokusu belki size sadece bir merhem gibi gelir…
Ama aslında o, kaybı başarıya dönüştüren bir babanın azmi'dir.

Hazırlayan ✍️: Dünya Gözüme Kaçtı

17/10/2025
15/10/2025

Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç evli bir köyde 1938'de dünyaya gelen ve 2012 yılında aramızdan ayrılan, unutulmaz "Samanyolu" şarkısını söyleyen Berkant, ortaokuldayken piyano çalmayı nereden biliyordu ?..

Yetmiş sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde doksanında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti ? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti ? Dedim ya, 1938'de köyde dünyaya gelen çocuk.. On sekiz yaşındayken orkestra kurmayı, Saksafon çalmayı, hangi vizyonla akıl etmişti ?..

Çünkü..

Babası Hasan Akgürgen'in Köy Enstitüleri'ndeki görevi nedeniyle Ankara'nın Hasanoğlan Köyü'nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik'e, Denizli'ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep "köy enstitüsü ruhu"yla büyütülmüştü..

Berkant'ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde ; tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki, ya müzik derslerini ?.. Âşık Veysel ve Ruhi Su !..

Ankara Konservatuvarı'nın saygın ustaları klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün enstrüman demirbaşı şöyleydi : 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap..

"Harika çocuk"lar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Âşık Veysel, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti..
Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı.. Sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı..

Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı :

Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.."
Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar ; Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı.

Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi : İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek...

Tüm zamanların gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı "Samanyolu"nu ölümsüzleştiren, dededen toruna nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu "ruh"un Türkiye'ye armağanıydı..

İşin ilginç tarafı, romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı "Samanyolu" ama, şarkının içinde tek kelime "Samanyolu" geçmiyor..

Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası KÖY ENSTİTÜLERİ'nin, günümüzün eğitim sisteminde adının geçmemesi gibi...


Yılmaz Özdil /Adam Kitabı.

15/10/2025

Biz Çerkesler de...
✓ Çok kadınla evlenme âdetimiz yoktur.
✓ Küfür yoktur!
✓ Kadın yürürken, erkek ata binmez!
✓ Çerkes kızları evleninceye kadar bağımsız
bir insan olarak herkesle görüşmekte, toplantılara katılmakta serbesttir.
Delikanlılar ve kızlar grup halinde evlerde
bir araya gelerek sohbet edebilirler.
✓ Danslarımızda göbek atılmaz, kalça kıvrılmaz, gerdan kırılmaz ve ceketin düğmeleri çözülmez.
✓ Erkek ve kız, dans sırasında birbirlerine arkalarını dönmezler, konuşulmaz, şaka yapılmaz.
✓ Kız-kıza, erkek-erkeğe dans edilmez!
✓ Binlerce yıllık geleneğin daha birçok özelliğini konuşabiliriz ve genetik ya da kültürel miras yoluyla etkisi mutlaka vardır.”
✓ Bizler, terbiye meselesine fazla takmış
bir milletin çocuklarıyız.

Mehmet ASLANTUĞ

20/09/2025

KOLSUZ AGOP DİYE BİRİ !!!...

Agop’un babası Kirkor Kotoğyan, 1911 doğumlu. 1915 yılında, yani Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını kaybetmiş. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürmüş. Küçük Kirkor’u annesi, onu madendeki mağaralara kaçırarak kurtarabilmiş. Sonra da bir yakınlarının yanına sığınmışlar. Olaylar yatışıp saldırılar durunca yanmış, yıkılmış, talan edilmiş köylerine dönebilmişler.

Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgat’ın İğdere Köyü’nde yaşayan Makruhi Hanım’la evlenmiş. Aile 1938’de İstanbul’a gelmiş ve Samatya’ya yerleşmiş. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki hastanesinde doğmuş. Dünyaya gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastane ile ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlamış.

Babası Kirkor Bey, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya yakınlarında bir fabrikada işçilik yaparmış.

Çok yoksullarmış. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni İlkokulu’na başladığı yıl, babası ona bir ceket almış. Bir bahar günü arkadaşlarıyla Samatya sahilinden denize girip çıkmış ve bir bakmış ki ceketin yerinde yeller esiyor. Anasından bir ton dayak yediği gibi tam üç yıl boyunca da ceketsiz kalmış. ‘Bana yeni bir ceket almaları mümkün değildi. Ekmeği karneyle alıyor, aylarca et ve şeker yüzü görmüyorduk’ diye annesinin köteğine hak veriyor şimdi.

Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlamış. Mezun olduğu yıl bir gümüş atölyesinde çalışıyormuş. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş önlüğünün kolunu kapmış. Sonra da elinin tamamı omuzuna kadar presin altında un ufak olmuş. Hastaneye vardığında doktorlar, ‘Bu çocuk yaşamaz’ demiş. Ameliyat olmuş, günlerce komada kalmış ve bir gün gözlerini açıp hayata yeniden merhaba demiş. Kaderin cilvesi bu ya, yine Cerrahpaşa Hastanesi’ndeymiş.

O yaz sonunda kendisini tamamen toparlamış ama çevresindekilerin acıyarak bakması kalbini çok kırıyormuş. Bu yüzden kayıt yaptırdığı halde okula gitmeyeceğini söylemiş babasına. Okula gitmemiş ama aldığı ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendine göre bir tedrisat yapmış. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünmüş. O küçük ve artık tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacağına karar vermiş. ‘Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım’ demiş. Ve dönem başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulu’nda eğitime geri dönmüş.

Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam etmiş. Tahtakale’de işportacılık yapmış. Konfeksiyon atölyelerinde ilik makinelerinde çalışmış. Eve katkı olsun diye çalışırken çok sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam’a da küçük hediyeler almayı ihmal etmezmiş.

Ortaokulda başarılı olmuş ama esas zirveyi Galata Getronogan Lisesi’nde yapmış. Her yıl okul birincisi olmuş, takdirlerle dönmüş evine. Agop Bey, hasta Fenerbahçeli. Tam 26 yıldır Fenerbahçe Kulübü üyesi. Basketbolu çok seviyormuş. Ama tek kollu olduğu için oynayamamış. ‘Ben de sahada top koştururum’ demiş ve lisede futbola başlamış. Oynayamazsın demişler, aldırmamış. Çok da güzel oynamış. Ve hatta, o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna girmeyi başarmış.

1957’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanınca doğduğu, yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nde bulmuş kendini. Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar beni kurtardı bu hastane, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünmüş. Bu dönemde lise öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam etmiş. Ayrıca, Cerrahpaşa’nın futbol takımında oynamayı da ihmal etmemiş.

1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını almış. Bir yıl Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışmış. 1964’te Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsü’nde asistan olarak göreve başlamış. Uzmanlık tezinin başlığı, ‘İmpetigo Herpetiformis Vak’aları Üzerinde Klinik ve Biyoşimik Araştırmalar.’ Ben başlığından bir şey anlamadım, Agop Hoca açıkladı: ‘Uçukla ilgili çok önemli bir çalışmaydı.’

1967’de uzman olmuş. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde başasistan olarak çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilmiş. Dört ayda Almanca’yı öğrenmiş. Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji Kliniği’nde ünlü dermatolog Prof. Dr. Nödl’ün yanında çalışmaya başlamış. Ayrıca aynı üniversitenin alerji ve histoloji bölümlerinde çalışmış. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite Kurulu’nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatılmış.

Dr. Kotoğyan, 1952’de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini kullanırmış. Onu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok çalışmış. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çekmiş. Tek eliyle tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalmış, evde portakallara su şırınga edermiş. Dikiş atmayı öğrenmek için ise, evde ne kadar sökük ve yırtık varsa dikermiş. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım almadan tek başına yapıyor hale gelmiş.

1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra doçentlik sınavını başarıyla vermiş. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris Vak’alarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör kadrosuna atanmış. Almanca’dan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca ve İngilizce öğrenmiş. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar vermiş, nam salmış. Özellikle son iki yılda dışarıdan gelen hasta sayısında büyük bir artış olmuş. Uluslararası tıp dergilerinde yayımlanan makalelerinin sayısı 300’ü aşmış, cilt hastalıkları üzerine iki kitap yazmış.

Suzan Hanım’la 1975’te evlenmiş. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım 2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum. Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ demişti.

Birçok ülkenin üniversitesinden teklif almış: Almanya, Fransa, Kanada, Amerika… ‘Burada kal, kürsünün başına geç’ demişler. O, bunların hepsini elinin tersiyle geri çevirmiş. ‘Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ demişler, gülmüş geçmiş. Peki ne düşünmüş? ‘Evet doğrudur: Ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.’

Bu efsane doktor üniversiteye veda ederken şöyle diyordu: ‘32 yılını öğretim üyesi olarak geçirdiğim, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki görevim fiilen sona ermiş bulunuyor. İnsanın hissetttiklerini anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor: Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan, Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren, profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de, ‘Hey geçmişin kimlikleri; utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben, işte buradayım’ diyene kadar…’

Neyse ki Agop Bey tecrübeleriyle şifa dağıtmaya veda etmedi. Osmanbey’deki mimar oğlunun tasarladığı yeni kliniğinde, yine içten, yine mütevazı, çalışmayı sürdürüyordu.

Ta ki rahatsızlanıp, doğduğu, kolu koptuktan sonra dünyaya yeniden tutunduğu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılıncaya kadar…

ümitliyiz ki, yetiştirdiği değerli öğrencileri onu üçüncü kez sağlığına kavuşturacaklar…Maalesef 13 Şubat 2018 de vefat etti.

**************

İŞTE KOLSUZ AGOP BU....

OLUMSUZLUKLAR DA PES ETMEYEN BİRİ....

YOKLUKTA VAR OLMAYI BAŞARAN BİRİ...

BU ÜLKEYİ, BU İNSANLARI SEVEN BİRİ...

BU TOPRAKLARDA YETİŞEN BİZDEN BİRİ...

BİNLERCE HASTAYA ŞİFA VEREN, BİR O KADAR ÖĞRENCİ YETİŞTİREN BİRİ...

GURUR DUYDUĞUMUZ AMA ÇOĞUMUZUN BİLMEDİĞİ BİRİ....

yanındaki hanım:Sevil Gök Atasoy, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü öğretim üyesi olan Türk bilim kadını.

Address

Atatürk Mahallesi 31118 Sokak 10-B Medikal Hastenesi Arkası
Mersin
33340

Opening Hours

Monday 08:00 - 18:30
Tuesday 08:00 - 18:30
Wednesday 08:00 - 18:30
Thursday 08:00 - 18:30
Friday 08:00 - 18:30
Saturday 08:00 - 13:00

Telephone

+903243594747

Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Zehra Eczanesi posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram