Kognitif Psikoloji

Kognitif Psikoloji Bireysel - Çocuk Terapisi, Hipnoz, Atölye Çalışmaları, Online Danışmanlık, Çift ve Aile Terapisi, Bilişsel Rehabilitasyon

Gülümsemek bazen dudaklarda beliren bir kıvrımdan çok daha fazlasıdır; insanın içinden geçen fırtınalara rağmen hayata “...
02/12/2025

Gülümsemek bazen dudaklarda beliren bir kıvrımdan çok daha fazlasıdır; insanın içinden geçen fırtınalara rağmen hayata “Ben buradayım” deyişidir. Kırıldığımız, yorulduğumuz, sessizce kendimize gömüldüğümüz anlarda bile bir anlık gülümseme, ruhun karanlık odalarına sızan ince bir ışık gibi gelir. Belki her şeyi çözmez, belki acıları susturmaz, ama yürümeye değer bir yol olduğunu hatırlatır.

Hayata tutunmak çoğu zaman büyük sözlerle değil, küçük dirençlerle olur. Sabah uyanıp derin bir nefes almak, yorgun göğsümüzün içinden geçen sıkıntıya rağmen adım atmak, içimizde büyüyen bütün sorulara rağmen kendimize sessizce “Devam edeceğim” demektir. Yaşamak; düşmekle kalkmak arasında kurduğumuz o ince köprüde, her adımda kendimize yeniden varlık vermektir.

Ve bazen, hiç kimsenin fark etmediği bir gülümseme, o köprüyü ayakta tutan tek şeydir… Çünkü gülümsemek, içimizdeki en kırılgan yerden bile hayatın tekrar filizlenebilme ihtimaline inanmaktır.

Duygusal açlık çoğu zaman ilk bakışta bir eksiklik duygusu gibi görünür; içimizde tanımlayamadığımız, adı konmamış bir b...
01/12/2025

Duygusal açlık çoğu zaman ilk bakışta bir eksiklik duygusu gibi görünür; içimizde tanımlayamadığımız, adı konmamış bir boşluk. Fakat dikkatle bakıldığında, bu boşluğun yalnızca sevgiye veya onaya duyulan bir ihtiyaçtan değil, çok daha derin bir kırılmadan beslendiği anlaşılır: Kendimizi kimden ve nasıl öğrendiğimiz kırılması. Duygusal açlık çoğu zaman romantik ilişkilerde, dostluklarda, sosyal rollerde yinelenen bir kalıp olarak belirir. İnsan kendini sürekli doyurulmayı beklerken bulur: daha fazla ilgi, daha fazla değer, daha fazla görülme arzusu… Oysa bu açlık çoğu kez dışarıya değil, içeriye yöneliktir. Bireyin kimliği, kendisi hakkında kurduğu en büyük hikâyedir. Ancak bu hikâye çoğu zaman otantik bir anlatı değil, hayatta kalmak için düzenlenmiş bir senaryodur.
Örneğin:
• “Güçlü olmalıyım, yoksa incinirim.”
• “Hep verici olmalıyım, yoksa beni bırakırlar.”
• “Yeterince iyi değilsem sevilmem.” Bu cümleler çocukluk döneminde işlevsel olabilir; fakat yetişkinlikte ruhun hareket alanını daraltan görünmez duvarlara dönüşür.
Kimlik kurgusu, bireyin özünden uzaklaştıkça daha çok tamamlama ihtiyacı duyar; işte bu noktada duygusal açlık kronik bir hâl alır.

01/12/2025
İnsan, başına gelenlerin cümlesi değildir; fakat çoğu zaman o cümlenin arkasına gizlenmeyi seçer. Travma bir yara olduğu...
28/11/2025

İnsan, başına gelenlerin cümlesi değildir; fakat çoğu zaman o cümlenin arkasına gizlenmeyi seçer. Travma bir yara olduğu kadar, bazen kusursuz bir bahaneye dönüşür. “Bunu yaşadığı için böyle” dediğimiz an, davranışın sorumluluğu yumuşar, sınırlar silikleşir, zarar görünmez kılınır. Ve işte orada tehlikeli bir romantizasyon başlar: Acıyı, karakter yerine koymak. Manipülasyon çoğu zaman saldırgan bir yüzle gelmez. Aksine, kırılganlık maskesi takar. Gözlerini kaçıran, sesi titreyen, geçmişindeki yaraları birer referans gibi masaya bırakan insanlar, en tehlikeli ikna biçimini kullanır: acı üzerinden bağ kurmak. Empatinizi, vicdanınızı, koruma içgüdünüzü hedef alırlar. Travmanın kişiyi bozduğu fikri doğru olabilir. Ancak bu, kişinin bozulmuşluğunu başkalarına taşıma hakkı verdiği anlamına gelmez. Birinin travması, onun bağırmasını mazur göstermez; susturmasını, küçümsemesini, yönlendirmesini haklı çıkarmaz. Çünkü travma bir açıklamadır ama bir aklama değildir. Aradaki farkı göremediğimiz her an, manipülasyon kendine yeni bir alan bulur.

Farkındalık, Kabul ve Eylem Arasında Sıkışan İnsan: Terapi Neden Her Zaman Değiştirmez?Terapi odasında sık sık şu cümle ...
26/11/2025

Farkındalık, Kabul ve Eylem Arasında Sıkışan İnsan: Terapi Neden Her Zaman Değiştirmez?

Terapi odasında sık sık şu cümle dolaşır:
“Artık farkındayım.”

Fakat o cümlenin içinde, çoğu zaman görünmeyen başka bir cümle daha vardır:
“Ve yine de kıpırdayamıyorum.”

İşte asıl sorunsal da tam burada başlamaz mı?

Farkındalık, modern psikolojinin en kutsallaştırılmış kavramlarından biri haline geldi. Sanki bir şeyin farkına varmak, onu dönüştürmek için yeterliymiş gibi… Oysa insan zihni, bilmek ve yapmak arasındaki o uçurumu acı bir ironiyle her gün yeniden üretir. Belki de en esrarengiz varlık özelliğimiz budur: Bizi inciten şeyi görebilir, hatta adlandırabiliriz ama yine de ona tutunuruz.Farkındalık, çoğu zaman savunmanın yeni bir biçimine dönüşür. Kişi artık kendini analiz eder, nedenlerini sıralar, çocukluğuna iner, ebeveyn ilişkilerini çözümlemeye başlar. Fakat bütün bu bilme hali, tuhaf bir biçimde onu hayattan uzaklaştıran yeni bir sığınak olabilir. Zihnin ince ve kurnaz savunması: “Gözlemliyorsam, değişmek zorunda değilim.”İnsan, acıya yalnızca katlanmaz — bazen onu tanıdığı için sever. Travma, paradoksal bir şekilde bir aidiyet yaratır. Kişi acısıyla özdeşleşir; o acı, kimliğinin bir parçası haline gelir. Bu nedenle kabul fikri romantize edildiği kadar masum değildir. Çünkü gerçekten kabul ettiğin an, eski bir benliğe veda etmek zorunda kalırsın. Ve her veda, küçük bir ölümdür. Bu noktada çoğu teori şunu söyler: “Artık eyleme geçme zamanı.”
Oysa kim, kendi içindeki mezarlıkta yürürken rahatça ilerleyebilir? Bir başka gerçek ise şudur: Bazı insanlar iyileşmek istemez, fakat acısız olmak ister. Ve bu ikisi, aynı şey değildir. İyileşmek sorumluluk gerektirir. Sınır çizmek, hayır demek, yalnız kalmak, yeniden doğmak… Bunların her biri bir bedel ister. Zihin ise bedeli değil, yalnızca kaybı görür.

İnsanın ruhsal yaralanmaları, çoğu zaman dışarıdan fark edilmeyen fakat sinir sistemi düzeyinde güçlü etkiler bırakan de...
19/11/2025

İnsanın ruhsal yaralanmaları, çoğu zaman dışarıdan fark edilmeyen fakat sinir sistemi düzeyinde güçlü etkiler bırakan deneyimlerdir. Kayıp, kırılma, travma ya da duygusal ihmal… Her biri beynin tehdit algı merkezlerini harekete geçirir ve organizmayı “korunma moduna” geçirir. Böyle dönemlerde bireyin duyduğu sözler değil, algıladığı güven iyileştiricidir.İnsanın iç dünyasında açılan yaralar, çoğu zaman dışarıdan görünmez. Kanamazlar, kabuk bağlamazlar; ama derinlerde sızlamaya devam ederler. Böyle anlarda söylenen teselli sözleri çoğu zaman birer “yara bandı” gibi yapıştırılır üzerimize: İnce, geçici, yüzeysel… Oysa içimizde kanayan yerler, sözle değil, eşlikle iyileşir. Psikolojide duygusal eşlik, acıyı çözmeyi değil; acı çekenin yanında durmayı ifade eder. İnsan, zor bir deneyimin içinden geçerken, en çok çözüm değil şahitlik ister. Birinin onu “duyması”, “görmesi”, “orada olması” bile iyileştirici bir güç taşır. Çünkü acı, paylaşıldığında azalmasa bile çekilebilir hâle gelir. Hayali yara bantları da tam burada devreye girer. Bazen bir bakış, bir omuz, bir sessizlik… Her biri görünmeyen yaraların üzerine konulan görünmez bandajlar gibidir. Konuşmak yerine yanında oturan biri, akıl vermek yerine sessizce dinleyen biri, “geçer” demek yerine “buradayım” diyen biri… İnsanın en çok ihtiyaç duyduğu şey tam da budur.

İnsan, en önce ebeveynine bakmayı öğrenir.Bu bakış, bir dünyanın kaderi kadar belirleyici olabilir. Çünkü çocuğun gözler...
17/11/2025

İnsan, en önce ebeveynine bakmayı öğrenir.
Bu bakış, bir dünyanın kaderi kadar belirleyici olabilir. Çünkü çocuğun gözleri, henüz gerçeğin kıvrımlarını ayırt etmeye hazır olmadığında, gördüğü her şeyin üzerine bir iyilik cilası sürer. İşte idealizasyon dediğimiz şey, tam da bu ciladır: Gerçeği incitmeyecek kadar parlak, hayal kırıklığını geciktirecek kadar ışıklı.

Ama zaman, o parıltıyı ince ince törpüler.
Ve bir gün insan, baktığı o figürü ilk kez gerçekten görmeye başlar.Bakmak: Çocuğun Güven İçin Kurduğu Masal

Bakmak, dışarıdan içeri akıttığımız bir görüntüdür.
Çocuk için bu görüntü çoğu zaman kusursuzdur çünkü kusurlu bir dünyanın ağırlığını taşıyacak gücü yoktur. Bu nedenle:
• Eksikleri görmezden gelir,
• Hataları büyülü bir mantıkla açıklar,
• Acıları anne ya da babanın “mutlaka bir bildiği vardır” diye yutar.

Bakmak, bir ihtiyaçtır; çocuğun duygusal güvenliğini ayakta tutan ilk masaldır.
İdealize edilen ebeveyn, tam da bu masalın merkezinde durur. Görmek: Büyümenin Sessiz Devrimi

Görmek ise başka bir eylemdir.
Görmek cesaret ister; parıltıyı söndürme pahasına gerçeğe bakmayı…
Bir yetişkin, ebeveynini ilk kez gerçekten gördüğünde onun da korkuları, eksikleri, yarım kalmış yanları olduğunu fark eder.

Bu fark ediş, çoğu zaman sarsıcıdır.
Çünkü insan, kendi geçmişinin çatlaklarını fark ettiğinde içindeki hikâye de yeniden şekillenmeye başlar. Görmek, idealizasyonun çeperini kıran sessiz bir devrimdir.
İnsanın kader olduğunu sandığı şeyin aslında çocuklukta attığı bir imza olduğunu anladığı andır.

İnsan, dünyaya gelir gelmez bir coğrafyaya, bir dile, bir aile dinamiğine, bir ekonomik sınıfa ve belirli bir kültürel k...
17/11/2025

İnsan, dünyaya gelir gelmez bir coğrafyaya, bir dile, bir aile dinamiğine, bir ekonomik sınıfa ve belirli bir kültürel koda atılır. Bu “atılma”, insanın hiçbir seçiminin olmadığı ilk büyük temas noktasıdır. Bir çocuğun hangi evde doğacağı, o evin sevgi düzeyi, ekonomik imkânları, şiddet oranı, eğitim kapasitesi ya da değer sistemi tamamen rastlantı gibi görünür. • Güvenli bağlanma yaşayan bireyler, hayatı değiştirebilir bir süreç olarak görmeye yatkındır.
• Kaygılı ya da kaotik bağlanma yaşayanlar ise çoğu zaman dış güçlerin belirleyici olduğuna inanır; bu durum kaderciliğe psikolojik bir zemin oluşturur.

Yani kaderciliğin kökleri, çoğu zaman kaderin kendisinde değil, çocukluğun bilişsel ve duygusal örgüsünde bulunur.Martin Seligman’ın öğrenilmiş çaresizlik araştırmaları, kadercilik ile çocukluk deneyimleri arasındaki bağı açıkça gösterir.

Bir çocuk:
• Ne yaparsa yapsın sesini duyuramıyorsa,
• Evin dinamikleri tahmin edilemez ve kontrol edilemezse,
• Hataları sürekli cezalandırılıyorsa,
• Başarıları görmezden geliniyorsa,

zihni şu temel inancı oluşturur:
“Çabalasam da hiçbir şey değişmez.”

Bu, kaderciliğin psikolojik çekirdeğidir.
Kadercilik, genellikle bir psikolojik savunma mekanizmasıdır—insanın belirsizlikle baş etmek için geliştirdiği bir açıklama biçimi.
Doğduğumuz evin bize bıraktığı izler gerçektir, derindir ve inkâr edilemez.
Ama bu izlerin, yaşamın geri kalanını yönetme zorunluluğu yoktur.

Kader, koşulların bize yaptıklarıdır.
Kadercilik ise bu koşulları değiştiremeyeceğimize inanmamızdır.

İnsan bazen doğduğu evin gölgesinde büyür; fakat gölgenin yönünü tamamen belirleyen şey güneş değil, çoğu zaman insanın durduğu yerdir.

İnsanın Kendine Yabancılaşması: Güçlü Olmak mı, Görünmek mi?İnsan, çağlar boyunca hem doğayı hem kendini yenmeye çalıştı...
12/11/2025

İnsanın Kendine Yabancılaşması: Güçlü Olmak mı, Görünmek mi?

İnsan, çağlar boyunca hem doğayı hem kendini yenmeye çalıştı. Ama ne kadar ilerlediyse, kendine o kadar uzaklaştı. Bugün güçlü olmanın binbir tanımı var: başarı, statü, dayanıklılık, soğukkanlılık…Ama bütün bu tanımların altında tek bir soru sessizce yatıyor:
“Gerçekten güçlü müyüm, yoksa sadece öyle mi görünmek istiyorum?”
Modern insan, belki de tarihin hiçbir döneminde bu kadar “görünür” ama aynı anda bu kadar “kaybolmuş” olmamıştı. Çünkü artık güç, bir varlık hâli olmaktan çıktı; bir sahne performansına dönüştü. Ve biz, kendimizi alkışlatmaya çalışırken, yavaş yavaş kendimizi unutmaya başladık.

Güçlü Görünmenin Estetiği

Bir kahkaha, bir sosyal medya paylaşımı, bir “her şey yolunda” cümlesi…
Hepsi birer gösteri unsuru.
Güçlü görünmek, sadece duygularımızı saklamak değil, aynı zamanda onları tasarlamak hâline geldi. Artık üzgünken bile “olgun görünmeliyiz”, kırıldığımızda “ders almış gibi davranmalıyız.”
Yani duygular bile bir imaj yönetimine dönüştü.

Ama insanın doğası, bu kadar steril değil.
Gerçek hayat, kırık aynalarla doludur: parça parça gösterir bizi.
O aynalarda bazen korku, bazen öfke, bazen özlem yansır.
Ve biz o yansımaları sevmeyi değil, gizlemeyi öğrendik. Oysa gizlenen hiçbir duygu ölmez sadece insanı içten içe yabancılaştırır.

Bazı ilişkiler insanı büyütür, bazıları ise kendi gölgesine hapseder. Ruh sağlığımızı bozan kişiyi “hayatımızın aşkı” za...
11/11/2025

Bazı ilişkiler insanı büyütür, bazıları ise kendi gölgesine hapseder. Ruh sağlığımızı bozan kişiyi “hayatımızın aşkı” zannetmemizin nedeni, Fromm’un tanımıyla sahip olmaya dayalı sevgi anlayışıdır. Gerçek sevgi, bir varoluş biçimidir; sahiplenmek değil, birlikte var olabilmektir. Ama biz çoğu zaman sevmeyi değil, sahip olmayı öğreniriz. Bu da, kişiyi bir nesneye dönüştürür.
Kendini değersiz hisseden insan, aşkı bir kurtuluş biçimi olarak yaşar. Bu yüzden zarar gördüğü ilişkiye bile tutunur çünkü orada en azından bir “ben” vardır. Fakat o “ben”, sevgiyle değil korkuyla tanımlanır. Jung’un dediği gibi: “Kendini tanımayan insan, kaderini ilişkilerinde yaşar.”Bir ilişki iki ruhun birleşmesi değil, iki aynanın birbirine tutulmasıdır. Herkes kendi yansımasını görür. “Sen beni anlamıyorsun” diyen biri, çoğu zaman kendini bile anlamıyordur.
Haklı çıkmak isteyen insan, aslında görülmek ister; aşkı ise bu görülmeyi vaat eden en güçlü illüzyondur. Ancak bir noktadan sonra ilişki, iki egonun çatışmasına dönüşür: biri haklı olmak ister, diğeri affedilmek. Ve bu savaşta sevgi kaybeder. Çünkü sevgi, kendi haklılığını değil, karşısındakinin varlığını onurlandırır. Haklı çıkmak, anı kurtarır; anlamı yok eder.Haklı olmanın getirdiği kısa süreli tatmin yerine, ruhsal bütünlüğü korumak olgun bir varoluşun göstergesidir. Sartre’ın “özgürlük mahkûmiyeti” dediği şey de budur: insan, her durumda seçmek zorundadır. Ve bazen en özgür seçim, hiçbir savaşı sürdürmemektir.Kendini tanıyan insan, artık haklı çıkmak istemez; çünkü bilir ki, her haklılık bir savunmadır, her savunma bir korkunun perdesidir. Ve insan, gerçekten sevmeye başladığında artık haklı olma ihtiyacını değil, huzuru seçer. Belki de en büyük olgunluk, “Haklı olsam da, artık gerek yok” diyebilme gücüdür.

Yıkıcılıktan Minnete: Ruhun Kendini Onarma Sanatı İnsanın iç dünyası, sessiz bir savaş alanıdır. Sevme arzusu ile yok et...
10/11/2025

Yıkıcılıktan Minnete: Ruhun Kendini Onarma Sanatı İnsanın iç dünyası, sessiz bir savaş alanıdır. Sevme arzusu ile yok etme dürtüsü, aynı ruhun iki nabzı gibi birbirine dolanır. Her iyiliğin gölgesinde bir haset, her sevginin içinde bir tedirginlik yaşar. Bu nedenle insanın ruhsal yolculuğu, aslında kendi içindeki yıkıcılığı tanıma, onunla yüzleşme ve onu dönüştürme çabasıdır. Bu çabanın nihai biçimi, şükranın doğuşudur yani varoluşa, başkasına ve kendine karşı duyulan derin bir minnetin uyanışı. Yıkıcılık, yalnızca saldırganlık değildir; varoluşun dayanılmaz fazlalığına karşı duyulan öfkenin biçimidir. İnsan, kendi eksikliğini fark ettiğinde, başkasının bütünlüğüne saldırma eğilimi taşır. Haset, bu saldırının en erken ve en çıplak hâlidir: Başkasının sahip olduğu iyiliğe tahammül edememek, onun sahip olduğu bütünlüğü kendi yokluğuna karşı bir hakaret gibi algılamak.

Haset, benliği ikiye böler. Kişi hem sahip olmak ister hem de yok etmek. Bu çelişki, insanın tüm etik deneyimlerinin çekirdeğini oluşturur. Çünkü ancak yıkıcılığın ağırlığı hissedildiğinde, onun karşıtı olan sevginin, onarımın ve şükranın anlamı doğabilir. Yıkıcılıktan minnete uzanan bu yol, insanın ruhsal olgunluğunun haritasıdır. Bu yolun sonunda, insan kendi içindeki yıkıcılığı yok etmez; onunla yaşamayı, onu dönüştürmeyi öğrenir. Şükran, bu dönüşümün sessiz tanığıdır.

İnsan, doğası gereği bir bağ arar. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz bir bakış arar; sesimiz bir yankı, kalbimiz bir ...
05/11/2025

İnsan, doğası gereği bir bağ arar. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz bir bakış arar; sesimiz bir yankı, kalbimiz bir karşılık ister. Varoluşun ilk öğrenimi budur: “Ben, Sen’le varım.”
Fakat zaman geçtikçe bu bağ kurma hali, en temel ihtiyacımız olduğu kadar, en karmaşık çelişkimiz hâline gelir.
Köklerdeki Çatlak: Korkuyla Başlayan Yakınlık
Bağ kurmak, teslimiyeti gerektirir; ama her teslimiyet bir kayıp olasılığı taşır. Çocuklukta öğreniriz bunu bir gün sevgiyle sarılan elin, ertesi gün uzaklaşabileceğini…O ilk terk ediliş, bir güven kırığı bırakır içimizde. Sonra büyürüz ama o korku da bizimle büyür: Birine yaklaşmak isteriz, ama yaklaşınca kaybolmaktan korkarız.
Psikoloji buna bağlanma yarası der; felsefe ise bunu varoluşsal kaygı olarak tanımlar.Modern insan, bağı bireyselliğine tehdit sayar.
“Kimseye muhtaç olmamak” bir güç göstergesi hâline gelmiştir. Oysa duvarlarla örülmüş bir benlik, zamanla kendi yankısında boğulur.
Bağ kuramayan insan özgür değil, yalnızdır çünkü anlam, bir başkasının varlığında yankılanmadıkça tamamlanmaz.
Nietzsche’nin dediği gibi, “insan kendini aşarak var olur” ama kendini aşmanın yolu, ötekinin sınırına temas etmekten geçer.Tamamlanmak mı, Tanıklık Etmek mi? Aslında insan hiçbir zaman tam olmaz. Tamamlanmak bir yanılsamadır; çünkü benlik bir süreçtir, bir oluş hâlidir.
Bir ilişkide aradığımız şey tamamlanmak değil, tanınmaktır. Biri bize “Seni görüyorum” dediğinde, içimizdeki eksik parça bir anlığına ışıkla dolar. O an, varoluş anlam bulur.
Ama o ışığın geçiciliği, bağın kalıcılığından daha gerçektir. Ve belki de “Ben” dediğimiz şey, hâlâ “Sen”in sessizliğinde yazılmayı bekleyen bir cümledir.

Address

Hürriyet Mahallesi Ziya Şira Sokak Cengizhan Konakları B Blok Kat: 2 Daire: 7
Tekirdag

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Kognitif Psikoloji posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Practice

Send a message to Kognitif Psikoloji:

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram

Category