Kognitif Psikoloji

Kognitif Psikoloji Bireysel - Çocuk Terapisi, Hipnoz, Atölye Çalışmaları, Online Danışmanlık, Çift ve Aile Terapisi, Bilişsel Rehabilitasyon

İnsan, doğası gereği bir bağ arar. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz bir bakış arar; sesimiz bir yankı, kalbimiz bir ...
05/11/2025

İnsan, doğası gereği bir bağ arar. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz bir bakış arar; sesimiz bir yankı, kalbimiz bir karşılık ister. Varoluşun ilk öğrenimi budur: “Ben, Sen’le varım.”
Fakat zaman geçtikçe bu bağ kurma hali, en temel ihtiyacımız olduğu kadar, en karmaşık çelişkimiz hâline gelir.
Köklerdeki Çatlak: Korkuyla Başlayan Yakınlık
Bağ kurmak, teslimiyeti gerektirir; ama her teslimiyet bir kayıp olasılığı taşır. Çocuklukta öğreniriz bunu bir gün sevgiyle sarılan elin, ertesi gün uzaklaşabileceğini…O ilk terk ediliş, bir güven kırığı bırakır içimizde. Sonra büyürüz ama o korku da bizimle büyür: Birine yaklaşmak isteriz, ama yaklaşınca kaybolmaktan korkarız.
Psikoloji buna bağlanma yarası der; felsefe ise bunu varoluşsal kaygı olarak tanımlar.Modern insan, bağı bireyselliğine tehdit sayar.
“Kimseye muhtaç olmamak” bir güç göstergesi hâline gelmiştir. Oysa duvarlarla örülmüş bir benlik, zamanla kendi yankısında boğulur.
Bağ kuramayan insan özgür değil, yalnızdır çünkü anlam, bir başkasının varlığında yankılanmadıkça tamamlanmaz.
Nietzsche’nin dediği gibi, “insan kendini aşarak var olur” ama kendini aşmanın yolu, ötekinin sınırına temas etmekten geçer.Tamamlanmak mı, Tanıklık Etmek mi? Aslında insan hiçbir zaman tam olmaz. Tamamlanmak bir yanılsamadır; çünkü benlik bir süreçtir, bir oluş hâlidir.
Bir ilişkide aradığımız şey tamamlanmak değil, tanınmaktır. Biri bize “Seni görüyorum” dediğinde, içimizdeki eksik parça bir anlığına ışıkla dolar. O an, varoluş anlam bulur.
Ama o ışığın geçiciliği, bağın kalıcılığından daha gerçektir. Ve belki de “Ben” dediğimiz şey, hâlâ “Sen”in sessizliğinde yazılmayı bekleyen bir cümledir.

Nietzsche’nin bu kısa ama derin sözü, insan ruhunun iki farklı hâlini birbirinden ayırır. Yalnızlık, insanın kendisiyle ...
05/11/2025

Nietzsche’nin bu kısa ama derin sözü, insan ruhunun iki farklı hâlini birbirinden ayırır. Yalnızlık, insanın kendisiyle baş başa kalmayı seçtiği, bilincin kendi derinliğine yöneldiği bir durumdur. Terk edilmişlik ise seçilmiş değil, maruz kalınmış bir yalnızlıktır bir yoksunluk, bir eksilmedir. İnsan, terk edilmişlikte eksik hisseder; yalnızlıkta ise tamamlanma arayışına girer. Ancak bu iki duygunun sınırları, çoğu zaman bulanıktır. Çünkü insanın terk edilme korkusu, en eski hafızasında yani çocukluğunda şekillenir.Psikolojik olarak çocukluk, insanın benlik gelişiminin en kırılgan dönemidir. Sevgiyle karşılanmak, kabul görmek, bir çocuğun ruhsal bağışıklığını oluşturur. Oysa reddedilme ya da duygusal ihmal, bu bağışıklığı zayıflatır.Bu nedenle, yetişkin olduğumuzda yaşadığımız her kayıp ya da yalnızlık anı, yalnızca mevcut olayla değil, geçmişteki eksik sevgiyle rezonansa girer.

Yarayı çocuklukta aramamızın nedeni budur: çünkü asıl yara orada açılmıştır.
Nietzsche’nin “terk edilmişlik” dediği duygu, bir varoluşsal eksilmedir. İnsan, çocukken bir başkasının sevgisine tamamen muhtaç olduğu için, o sevginin çekilmesi ruhunda “ölüm provası” etkisi yaratır. Yetişkinliğimizde bu deneyimi hatırlamamak için türlü maskeler takarız — başarı, aşk, statü, üretkenlik… Ama her biri, derinlerdeki o eski korkunun üzerini örten birer örtüdür.Yarayı çocuklukta aramak, aslında geçmişi kurcalamak değil; bugünkü benliğimizi anlamaya çalışmaktır. Çünkü insan, geçmişin yankılarından yapılmıştır.Terk edilmişlik hissi, bizi yalnızlıktan korkutabilir; ama aynı zamanda yalnızlığın öğretmenidir. Nietzsche’nin sözü bu nedenle hem uyarıdır hem davet:Terk edilmişlik bizi kırar, yalnızlık bizi kurar. Ve belki de iyileşme, çocukluğun yarasına geri dönüp, o zaman eksik kalan sevgiyi artık kendimize verebilmekle başlar.

📚📘
01/11/2025

📚📘

Kadın, bir sessizlikte uyanır.Kelimelerden arınmış bir sabahın içinde,sesini duyamadığı bir yankının ortasında.Erkek hâl...
23/10/2025

Kadın, bir sessizlikte uyanır.
Kelimelerden arınmış bir sabahın içinde,
sesini duyamadığı bir yankının ortasında.
Erkek hâlâ konuşuyordur belki ama söyledikleri değil, söyleyemedikleri yakar içini.Kohut’un dediği gibi, her narsisistin içinde bir yarım kalmış çocuk yaşar.O çocuk bir zamanlar bir annenin gözünde parlamak istemiştir;ama o göz bir anlığına bile ışımasını kaçırmıştır. İşte o an, bir sessizlik doğmuştur.Ama erkek, kadının sesini kendi suçluluğu gibi duyar.
Kadın bağırdıkça, o geri çekilir.
Kadın direndikçe, o “toksik” der.
Kadın ağladıkça, o “dramatik” der.
Ve kadın, sonunda, gerçekten sessizleşir.

Bu sessizlik artık barış değil,
görülmeyenin küskünlüğüdür.
Kohut buna “kendilik yarası” derdi.
Ben buna “yankısız bir rahim” diyorum.

Sessizlik, bir kadın bedeninde bazen mezar,
bazen rahim olur.
Erkek, kendi aynasını orada saklar.
Kendini görmediğinde, kadının yüzünü suçlar.
Kendilik kırık, sevgi keskin,
ve sessizlik her şeyi yutar.

Kadın yavaş yavaş bozulur.
Sevdiği adamın suskunluğunda çözülür;
bir zamanlar “biz” dediği yerde,
artık sadece toz gibi bir “ben” kalır.
Sonra suçlama gelir:
“Sen değiştin.”
Evet, der kadın içinden,
ben sessiz kaldım,
ama sessizliğin içinde başka bir ses büyüdü.
ve o sessizlik büyüyüp bir erkek olmuştur. Terapide bir gün o sessizlik yeniden doğar.
Ama bu kez başka bir sessizliktir.
Ceza değil, tanıklık olan bir sessizlik.
Terapist konuşmaz sadece duyar.
Kohut’un diliyle, empatik sessizliktir bu.
Bir rahim gibi tutar,
bir anne gibi taşır,
bir yankı gibi geri verir.

Kadın, ilk kez biri tarafından duyulmadan da anlaşılmanın mümkün olduğunu hisseder.
Sessizlik artık mezar değildir.
Sessizlik, yeniden doğuşun rahmidir.Sessizlik bir zamanlar onu öldürmüştü.
Şimdi aynı sessizlik onu doğurur.
İşte bu paradokstur terapinin şiiri:
ölümle yaşamın aynı rahimde buluşması.

Ve o rahim, artık bir erkeğin değil,
kadının kendi kendiliğinin rahmidir.

16/10/2025
Erken çocukluk döneminde anneyle kurulan ilişki, bireyin nesne ilişkileri dünyasının temelini oluşturur. Annenin tutarlı...
14/10/2025

Erken çocukluk döneminde anneyle kurulan ilişki, bireyin nesne ilişkileri dünyasının temelini oluşturur. Annenin tutarlı bir sevgi, bakım ve kabul sunamaması, çocuğun benlik bütünlüğünü ve nesne sürekliliğini zedeler. Bu durum, ilerleyen yaşlarda öfke, değersizlik, terk edilme korkusu ve bu duygulara karşı geliştirilen savunma mekanizmalarıyla kendini gösterir. Özellikle bazı bireylerde bu eksiklik, “tüm kadınlardan intikam alma” veya “sevilmemişliğin bedelini ödetme” yönünde bir bilinçdışı motivasyona dönüşür. Anneden alınamayan sevginin ardından gelişen öfke, yalnızca anneye değil, onun temsil ettiği tüm kadın figürlerine yönelir. Bu noktada birey, bilinçdışı düzeyde şu inancı taşır:

“Kadınlar sevilmeye değmez, çünkü beni sevmediler.”

Bu inanç hem bir savunmadır hem de bir yeniden yaşama (re-enactment) biçimidir. Kişi, geçmişte anneyle çözülememiş çatışmayı her yeni kadınla yeniden kurar. Kadını idealleştirir, ardından değersizleştirir ve sonunda terk eder böylece kendi pasif kurban konumundan aktif fail konumuna geçer. Tüm kadınlara yöneltilen intikam, aslında annenin sevgisizliğine karşı duyulan yıkıcı özlemin ve kendilik onarımının bir biçimidir. Bu döngü ancak kişi kendi içindeki “terk edilmiş çocuk”la yüzleştiğinde ve sevgi ile öfkeyi bütünleştirebildiğinde son bulabilir.

Külkedisi, bir gece yarısında aceleyle kaçarken yalnız ayakkabısını değil, hikâyesini de düşürdü.Pamuk Prenses, zehirli ...
11/10/2025

Külkedisi, bir gece yarısında aceleyle kaçarken yalnız ayakkabısını değil, hikâyesini de düşürdü.
Pamuk Prenses, zehirli bir elmayı ısırırken, kimin elleriyle beslendiğini sorgulamadı. Uyuyan Güzel, yıllarca süren uykusundan bir öpücükle uyandı ama kimse ona rüyasında ne gördüğünü sormadı. Ve biz, onların sessizliğini aşk sandık.
Masallar bize kadını, bekleyen olarak öğretti.
Beklemenin erdem, sabrın sevgi, susmanın zarafet olduğunu.Oysa beklemek, çoğu zaman terk edilmektir.Ve aşk, suskunlukta değil; kendini ifade edebilme cesaretinde büyür.
Sindirella’nın cam ayakkabısı, kırılganlığın değil; sınırların sembolüydü.Çünkü her adımında kırılma korkusuyla yürüyen biri, özgür değildir.
Pamuk Prenses’in uyandığı dünya, aslında hâlâ aynı saraydı sadece uykusu değişmişti.
Ve Uyuyan Güzel, belki de o öpücüğü değil, kendi nefesini bekliyordu.Masallar kadınları hep kurtarılacak biri olarak yazdı. Onları sevmenin en doğru yolu, sahiplenmek zannedildi. Ama unuttular: kurtarılan kişi özgür değildir. Gerçek aşk, bir kurtuluş hikayesi değil, iki insanın aynı ışığa yürümeyi öğrenmesidir. Büyüdükçe fark ettik; “sonsuz mutluluk” diye bir şey yok.Çünkü mutluluk bir varış değil, bir fark ediştir. Kimi zaman kendi iç sesine kavuşmak, kimi zaman sessizliğin ortasında kendi ellerinle yeniden doğmaktır.Belki de yeni bir masal yazmanın vakti geldi artık. Bir kadının, prens beklemeden ışığına yürüdüğü,cam ayakkabıyı kendi elleriyle kırdığı,
uyumak yerine uyanmayı seçtiği bir masal.
Prensin değil, kadının adının geçtiği bir hikâye…

Masalların unuttuğu kadınlar, artık kendi hikâyelerini yazıyorlar. Ve belki de ilk kez, son cümle şöyle başlıyor:
“Bir varmış, bir kadın varmış; ve bu kez, kendi masalını kendisi anlatmış.”

Yolculuğumuzun Sessiz Tanığı: BüyümekHepimizin bir hikayesi var. Kimi zaman birkaç satıra sığdırılmaya çalışılan, kimi z...
11/10/2025

Yolculuğumuzun Sessiz Tanığı: Büyümek

Hepimizin bir hikayesi var. Kimi zaman birkaç satıra sığdırılmaya çalışılan, kimi zaman sessizliklerde yankılanan bir hikaye bu.Kimi bizi bir annenin şefkatiyle büyüttü, kimi kaderin sert rüzgarlarıyla savurdu büyümeye. Kimi bir dost kaybında olgunlaştı, kimi bir hayalin yıkılışında…Zamanla anlıyoruz; büyümek sadece yaş almak değil, bazen bir kelimeye, bir bakışa sığan bir fark ediştir.Büyümek, bazen bir sabah uyanıp artık eskisi gibi olamayacağını fark etmektir.
Bazen bir cümlede saklı kalan özrü içimizde bin kere söyleyip dışarıya susmaktır.
Her “keşke” bir basamak, her “demek ki” bir aydınlanmadır. Ve her acı, bir yerlerde bir parçamızı olgunlaştırır, diğer bir parçamızı eksiltir.

Geçmişin tozlu raflarında bıraktığımız her anı, bugün kim olduğumuzun bir harfidir.
Her yanlış, bir satır başıdır aslında ve biz, o satırların arasında defalarca yeniden doğarız.Zamanla öğreniyoruz:
Büyümek, affetmeyi becermek değil yalnızca; anlamayı, kabullenmeyi, susarak güçlenmeyi bilmektir. Bir bakışta bin geçmişi görmek, bir gülümsemeye bütün ömrü sığdırmaktır.
Ve gün geliyor…Geçmişteki acılarımıza gülümseyebiliyorsak eğer,işte o an anlıyoruz
büyümek, acıya rağmen güzelleşebilme sanatıdır.

Bağıran birinin karşısında sessiz kalmak çoğu zaman “boyun eğmek” ya da “kurban psikolojisi” ile açıklanır. Ancak psikan...
27/09/2025

Bağıran birinin karşısında sessiz kalmak çoğu zaman “boyun eğmek” ya da “kurban psikolojisi” ile açıklanır. Ancak psikanalitik açıdan bakıldığında bu sahne, çok daha karmaşık ruhsal süreçlerin dışavurumudur.

🔹 Otto Kernberg’e göre:
Narsistik kişilik yapılanmalarında öfke ve bağırma, derinlerdeki değersizlik ve boşluk duygularını gizlemek için kullanılan bir narsistik savunmadır. Kişi bağırarak, karşısındakini kontrol altına alır ve kendi kırılgan özsaygısını korumaya çalışır.
👉 Karşı tarafın sessizliği, bu öfke selini üstlenmek anlamına gelebilir; sessizlik burada hem yüklenilen bir taşıyıcı rol hem de ilişkiyi kırılmadan sürdürme çabasıdır.

🔹 James Masterson’a göre:
Narsistik ve borderline örgütlenmelerde yoğun öfke patlamaları, çoğu zaman terk edilme korkusu ve yetersizlik kaygısına dayanır. Bağıran kişi, kendi kaygısıyla başa çıkamadığı için öfkeyi dışarı yöneltir.
👉 Sessizlik, bazen pasif bir teslimiyet olsa da, bazen de oyunun dışında kalma ve kontrol savaşına girmeme tercihi olabilir.

✨ Burada kritik nokta: Sessizlik her zaman edilgenlik değildir. Bazen narsistik döngünün içine çekilmemek, öfkeyi beslememek ve kendi ruhsal bütünlüğünü korumak için bilinçsizce kullanılan bir savunmadır.

💡 Kendine Sor:
• Benim sessizliğim boyun eğmek mi, yoksa sınır koymak mı?
• Sessiz kaldığımda aslında hangi duygumu korumaya çalışıyorum?
• Karşımdaki kişi bağırırken ben hangi role giriyorum: taşıyıcı kurban mı, yoksa çatışmayı büyütmeyen koruyucu mu?

🌱 Psikanaliz bize gösteriyor ki; bağıranın öfkesi de, susanın sessizliği de köklerini derin ruhsal yaralardan alır. Sessizlik bazen kırılgan bir korunma, bazen de güçlü bir sınırdır.

“Öfke ve Tehdit: Bilinçdışımızın Sinyalleri”Öfke, sadece dışsal bir tepki değil; bilinçdışımızın taşıdığı çatışmaların y...
27/09/2025

“Öfke ve Tehdit: Bilinçdışımızın Sinyalleri”Öfke, sadece dışsal bir tepki değil; bilinçdışımızın taşıdığı çatışmaların yüzeye çıkış biçimidir.
👁️‍🗨️ Psikanalitik açıdan, öfke çoğu zaman kayıpla, değersizlik duygularıyla ve bastırılmış arzularla bağlantılıdır.🔑 Tehditler ise öfkenin savunma kalkanıdır. Aslında kişi, karşısındakine değil, kendi içindeki kırılganlığa seslenir. Tehdit, kontrol kaybı korkusunu gizleyen bir perde gibidir.“Öfke, çocukluğun acı maskesidir.”

Öfke çoğu zaman sadece bugünün duygusu değildir; geçmişin izlerini taşır.
👶 Çocuklukta görülmeyen, duyulmayan, anlaşılmayan yanlarımız büyüdüğümüzde öfke olarak ses bulur.

Öfke, aslında çaresizlik, incinmişlik, değersizlik duygularını saklayan bir kalkandır.
Çünkü kırılganlığımızı göstermekten korkarız. Maskenin ardındaki gerçek duygu, çoğu zaman acı ve özlemdir.

🔒 Tehditler ise bu maskenin sertleşmiş biçimidir. İçimizdeki çocuk “beni terk etme, beni gör” diye fısıldarken; yetişkin benlik bunu öfke ve kontrol arzusu ile dile getirir.

🌀 Psikanalitik bakış, öfkeyi düşman değil; köprü olarak görür. Öfkenin izini sürdüğümüzde, bastırılmış arzulara, kayıplara, hatta sevgisizliğin bıraktığı boşluklara ulaşırız.

✨ Öfke, bize yalnızca başkalarını değil, kendimizi de tanıma fırsatı sunar. Onu anlamak, maskeyi kaldırıp çocukluğun sesini duyabilmek demektir.🌀 Unutma: Öfke bastırıldığında depresyona, dışa vurulduğunda yıkıcılığa dönüşebilir. Onu anlamak, yönlendirmek ve kökenine bakmak ise iyileştirici bir adımdır.

✨ Psikanalitik süreçte öfke ve tehdit, düşman değil; kişinin kendini daha derinden tanımasına açılan bir kapıdır.

“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?Ev neresidir; var mıdır, yok mudur?Anne karnı mı, birinin yanı mı, yoksa dört duvar...
13/09/2025

“Neden eve dönmekten ibarettir hayat?
Ev neresidir; var mıdır, yok mudur?
Anne karnı mı, birinin yanı mı, yoksa dört duvar bir satır mı?” Bir çocuk vardı. Dünyaya gözlerini açtığında, ilk evi annesinin kalbiydi. İlk kez orada tutuldu, orada güvende hissetti.

Zaman geçti, büyüdü. Evi bazen oyuncaklarının arasında gizlendi, bazen babasının sesinde. Yıllar ilerledikçe, evi bir odada, bir arkadaşın gülüşünde, sevdiği insanın yanında buldu.

Ama kalbinde hep aynı soru yankılandı: “Benim evim neresi?”Donald Winnicott’a göre, “başlangıç noktamız evdir.”
Ama bu ev, yalnızca bir adres değildir.
İlk ev, annenin kucağında, onun bakışında, dünyayı güvenle deneyimleyebildiğimiz o ilk alanda kurulur. Ev dediğimiz şey, aslında “tutulmak, taşınmak ve görülmek” deneyiminin somutlaşmış hâlidir.

Zamanla evimiz değişir. Bir sokak, bir şehir, bir insan, bir koku, bir anı… Bazen de içimizde sakladığımız küçücük bir huzur alanı. Ama kökleri hep oraya uzanır: ilk güven duyduğumuz o “ev” duygusuna.

Bu yüzden “Benim evim neresi?” sorusu yorucu olabilir. Çünkü ev, sabit bir mekân değil, hayat boyu taşıdığımız, bazen bulup bazen kaybettiğimiz, ama hep özlediğimiz bir duygudur.

Belki de ev, yalnızca şudur:
Kalbinin yorgunluğunu bırakabildiğin, olduğun gibi olabildiğin yer.Yetişkin olduğumuzda da bu ilksel deneyimin yankısını ararız: bir sevgilinin gözlerinde, dostun omzunda, ya da kendi içimizdeki dinginlikte. Bu yüzden “evim neresi?” sorusu yorucu olduğu kadar yaratıcıdır da; bizi, kendimize dönmeye davet eder.

Belki ev, tek bir yer değildir. Belki ev, hayat boyunca yeniden ve yeniden kurduğumuz, bizi taşımaya devam eden görünmez bağdır.

Yas, sadece kaybın acısı değildir. Aynı zamanda, kaybedilenle aramızdaki bağın nasıl devam edeceğini öğrenme sürecidir.🕊...
13/09/2025

Yas, sadece kaybın acısı değildir. Aynı zamanda, kaybedilenle aramızdaki bağın nasıl devam edeceğini öğrenme sürecidir.🕊 Yas, kaybın ardından doğan en derin insani deneyimlerden biridir.
Ölüm ya da ayrılık, bize hayatın kırılganlığını hatırlatır; fakat aynı zamanda geride bıraktığı izlerle yaşamaya devam etmemizi de öğretir.

“Kuş ölür, sen uçuşu hatırla…”
Bu cümle, yasın özünü anlatır. Kaybettiklerimiz, yokluklarıyla değil; varlıklarının bizde bıraktığı izlerle yaşamaya devam eder.
Bazen ölürler ki, uçuşları unutulmasın; anılar, yeni bir başlangıcın sessiz tanıkları olsun.

🌿 Psikolojide yas, kayıpla bağımızı koparmak değil; bağı başka bir düzleme taşımaktır.
Her gözyaşı, sevginin hâlâ canlı olduğunun kanıtıdır. Her hatırlayış, yokluğu varlığa dönüştüren köprüdür.

✨ Yas bize şunu fısıldar:
Sevdiğin artık yanımda değil ama izleri, uçuşun hafifliğinde ve kalbinin derinliklerinde yaşamaya devam ediyor.
📌 Not: Yas süreci herkes için farklıdır. Hissettiğiniz her duygu bu yolculuğun doğal bir parçasıdır. Kendinize zaman tanıyın. 💙

Address

Hürriyet Mahallesi Ziya Şira Sokak Cengizhan Konakları B Blok Kat: 2 Daire: 7
Tekirdag

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Kognitif Psikoloji posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Practice

Send a message to Kognitif Psikoloji:

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram

Category