05/11/2025
İnsan, doğası gereği bir bağ arar. Doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz bir bakış arar; sesimiz bir yankı, kalbimiz bir karşılık ister. Varoluşun ilk öğrenimi budur: “Ben, Sen’le varım.”
Fakat zaman geçtikçe bu bağ kurma hali, en temel ihtiyacımız olduğu kadar, en karmaşık çelişkimiz hâline gelir.
Köklerdeki Çatlak: Korkuyla Başlayan Yakınlık
Bağ kurmak, teslimiyeti gerektirir; ama her teslimiyet bir kayıp olasılığı taşır. Çocuklukta öğreniriz bunu bir gün sevgiyle sarılan elin, ertesi gün uzaklaşabileceğini…O ilk terk ediliş, bir güven kırığı bırakır içimizde. Sonra büyürüz ama o korku da bizimle büyür: Birine yaklaşmak isteriz, ama yaklaşınca kaybolmaktan korkarız.
Psikoloji buna bağlanma yarası der; felsefe ise bunu varoluşsal kaygı olarak tanımlar.Modern insan, bağı bireyselliğine tehdit sayar.
“Kimseye muhtaç olmamak” bir güç göstergesi hâline gelmiştir. Oysa duvarlarla örülmüş bir benlik, zamanla kendi yankısında boğulur.
Bağ kuramayan insan özgür değil, yalnızdır çünkü anlam, bir başkasının varlığında yankılanmadıkça tamamlanmaz.
Nietzsche’nin dediği gibi, “insan kendini aşarak var olur” ama kendini aşmanın yolu, ötekinin sınırına temas etmekten geçer.Tamamlanmak mı, Tanıklık Etmek mi? Aslında insan hiçbir zaman tam olmaz. Tamamlanmak bir yanılsamadır; çünkü benlik bir süreçtir, bir oluş hâlidir.
Bir ilişkide aradığımız şey tamamlanmak değil, tanınmaktır. Biri bize “Seni görüyorum” dediğinde, içimizdeki eksik parça bir anlığına ışıkla dolar. O an, varoluş anlam bulur.
Ama o ışığın geçiciliği, bağın kalıcılığından daha gerçektir. Ve belki de “Ben” dediğimiz şey, hâlâ “Sen”in sessizliğinde yazılmayı bekleyen bir cümledir.