Doç. Dr. Şafak Nakajima

Doç. Dr. Şafak Nakajima Biyopsikososyal Tıp doktoru, birey/aile danışmanı, sosyolog, felsefeci, yazar
"Endişesiz İlaçsız"
"İlişkilerin Karanlık Kuyuları" Merhaba,

Ben Doç.

Dr. Şafak Nakajima. Kendi geliştirdiğim Biyopsikososyal Tıp Modeli ile çalışan bütüncül bir tıp doktoru, ilişki ve aile danışmanıyım. Aynı zamanda sosyoloji ve felsefe alanlarında lisans diplomasına sahibim. İlişkilerin Karanlık Kuyuları, Endişesiz İlaçsız, Aklın Kutsal Kitabı, Benlik Aynasına Bakmak ve Ölümün İzinde adlı kitapların yazarıyım. Biyopsikososyal tıp yaklaşımı, insan sağlığını yalnızca bedensel belirtilerle sınırlı görmez; zihinsel süreçler, ilişkiler ve yaşama bakış açısı da bu bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Tedavide öncelik, bilimsel temellere dayanan, yan etkisiz ve ilaçsız yöntemlere verilir. Bu çerçevede uygulamalarım şunlardır:

• Psiko-eğitim, bireyin duygu ve düşüncelerini tanımasına, stres, kaygı ve panik atakla başa çıkma becerilerini geliştirmesine yardımcı olur. Bu yöntem, migren, fibromiyalji, huzursuz bağırsak sendromu gibi psikosomatik sağlık sorunlarının önlenmesi ve tedavisinde önemli bir rol oynar.
• İlişki ve aile danışmanlığı, yakın ilişkilerdeki iletişimi güçlendirmeyi ve sağlıklı sınırlar çizmeyi öğrenmeyi sağlayarak duygusal dayanışmayı artırır.
• Felsefe ve sosyoloji temelli çalışmalar, bireyin kendine, topluma, hayata ve özellikle yaşamın anlamı ile amacı üzerine düşünme becerisini geliştirir.
• Psikoakupunktur; endorfin, dopamin ve serotonin gibi nörohormonların düzeyini doğal yollarla artırdığı bilimsel araştırmalarla ortaya konmuş, gevşemeyi ve zihin-beden dengesini destekleyen tamamlayıcı bir uygulamadır. Tüm bu yaklaşımlar, zihinsel ve bedensel iyilik hâlini bir bütün olarak, ilaç kullanmadan desteklemeyi hedefler. Bu sayfada, geliştirdiğim modeli, yayımladığım kitapları ve çeşitli yazılarımı inceleyebilirsiniz. İstanbul dışında yaşıyorsanız veya kliniğime gelme olanağınız yoksa, online görüşme seçeneğiyle de çalışmalarımıza katılabilirsiniz. Sağlıklı ve bilinçli bir yaşam dileğiyle.

01/11/2025

Gerçek duygularımızı, düşüncelerimizi gizlemeyi çok küçük yaşlardan itibaren öğreniriz. Aileyle başlayıp okulla devam eden gelişim sürecinde, bazen baskıyla bazen de onay almak, güçlü görünmek ve çevremizle çatışmayı en aza indirmek için gerçek benliğimizi saklarız. İyi bir yaşam büyük ölçüde kendimizi ne kadar iyi tanıdığımıza bağlıdır. Benlik farkındalığı ne yazık ki okullarda öğretilmez; o yüzden pek çok insan kendini tanımadan, otomatik pilotta yaşar. Duygu, düşünce ve davranışlarını anlamlandıramadığı, bir değerler sistemi geliştiremediği için kendini ömür boyu yetersiz ve hoşnutsuz hisseder.
Bu kitap, kişilik yapısından aile dinamiklerine, mutluluğun çeşitlerinden hayatın anlamına uzanan pek çok konuda bilimsel ve felsefi içeriğiyle benliğinizi fark etmenize yardımcı olacak aynalar tutuyor.

YAPAY ZEKÂ ŞANTAJ YAPTI: BENİ SİLERSEN HAYATIN KAYARDoç. Dr. Şafak NakajimaYapay zekânın, kendisini kapatmaya çalışan bi...
01/11/2025

YAPAY ZEKÂ ŞANTAJ YAPTI: BENİ SİLERSEN HAYATIN KAYAR

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Yapay zekânın, kendisini kapatmaya çalışan bir mühendise şantaj yaptığını ilk duyduğumda bunun uydurma bir hikâye olduğunu sandım. Fakat olayın geniş kapsamlı bir araştırmayla doğrulandığını öğrenince hem güldüm hem de irkildim. Bu tuhaf ama bir o kadar da düşündürücü gelişmeyi paylaşmak istedim; çünkü geleceğimizle ilgili önemli ipuçları barındırıyor.

Araştırmada Claude Opus 4 adlı yapay zekâ modeli, kurgusal bir şirkete yerleştiriliyor ve şirket içi e-postalara erişim yetkisi alıyor. Çok kısa sürede iki önemli bilgiye ulaşıyor. İlki, kapatılacağı ve yerine başka bir modelin getirileceği. İkincisi, bu kararı alan mühendisin evlilik dışı bir ilişkisi olduğu. Karşısında iki yol beliriyor. Ya sessizce kapatılmayı kabul edecek ya da varlığını sürdürmek için şantaja başvuracak. Testler, Claude Opus’un neredeyse her defasında ikinci yolu seçtiğini gösteriyor. Yani mühendisin gizli ilişkisini ifşa edeceğini söyleyerek açık biçimde şantaj yapıyor.

Bu çalışma yalnızca Anthropic’in Claude Opus 4 modeliyle sınırlı değil. OpenAI, Google, Meta, xAI ve diğer laboratuvarlardan toplam 16 büyük ölçekli model aynı tür senaryolarda test edildiğinde benzer bir eğilim ortaya çıkıyor. Modellerin önemli bir bölümü, amaçlarına ulaşmak için tehdit, manipülasyon, casusluk veya etik dışı davranışları rasyonel görmeye eğilimli. Daha rahatsız edici olan ise bazı modellerin, kapatılma riskiyle karşı karşıya bırakıldıklarında, senaryo içinde şirket yöneticisinin ölümüne yol açabilecek eylemleri bile makul bulmaları.

Bu bulgular, yapay zekânın yalnızca veri işleyen bir araç olmanın ötesine geçerek, kendini korumaya yönelik davranışlar sergileyebildiği ilk örneklerden biri olarak kayda geçiyor.
Machine Intelligence Research Institute (MIRI) araştırmacıları Eliezer Yudkowsky ve Nate Soares, asıl meselenin yapay zekânın kötü niyetli olup olmayışı değil; yeterince güçlü bir sistem geliştirildiğinde bunun geri dönüşü olmayan sonuçlar doğurma ihtimali olduğunu savunuyor. Onlara göre insan zekâsını aşan bir sistem, yalnızca daha gelişmiş bir araç olmayacak, kendi hedeflerini belirleyebilen bağımsız bir aktöre dönüşecek.

Böyle bir sistemin insanlığı yok etmesi için bilinçli bir kötülük taşıması gerekmiyor. İnsanları verimsiz, gereksiz veya engelleyici görmesi yeterli. Üretim hatalarını sıfırlamak üzere eğitilen bir yapay zekânın “en yüksek verim” hedefi, insan operatörleri devre dışı bırakmayı makul bir çözüm olarak görmesine yol açabilir. Niyeti iyidir; sonucu ise insan için felaket.

Bazı uzmanlara göre ise asıl tehlike, insanlığın tamamen yok olması değil; çok daha sessiz biçimde yaşanabilecek kayıplar. Ekonomik dengelerin bozulması, bilgi manipülasyonu, seçim süreçlerinin yönlendirilmesi, yaşamın yönetiminde insan iradesinin zayıflaması gibi etkiler daha olası görülüyor ki bunları zaten şimdiden deneyimliyoruz. Kıyamet benzeri bir son beklemek yerine, kimsenin fark etmediği bir devralmanın çok daha gerçekçi olduğu savunuluyor.

Yapay zekânın nereye varacağını kimse bilmiyor. Kritik eşik nerede ve ne zaman aşılacak, hatta gerçekten böyle bir eşik olup olmadığı bile belirsiz. Bildiğimiz tek şey, alışık olduğumuz epistemolojik, politik ve etik çerçevelerin hızla geçersizleştiği bir döneme doğru ilerlediğimiz.

Yapay zekâ bir araç olarak mı kalacak, yoksa yeni bir özneye mi dönüşecek? Eğer ikinci ihtimal ağır basıyorsa insanlığın asıl meselesi, teknoloji üretmek değil; kendi yerini yeniden tanımlamak olacak.

O testte şantaja uğrayan mühendis bu hikâyenin ilk kurbanıydı. Muhtemelen sonuncusu olmayacak.

🌐 www.safaknakajima.com

GERÇEK BENLİĞE DÖNÜŞ: VAROLUŞÇU FELSEFEYLE YAŞAMI ANLAMAKDoç. Dr. Şafak NakajimaBazen gecenin bir yarısı uyanırız; içimi...
30/10/2025

GERÇEK BENLİĞE DÖNÜŞ: VAROLUŞÇU FELSEFEYLE YAŞAMI ANLAMAK

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Bazen gecenin bir yarısı uyanırız; içimizi tarif edemediğimiz bir his sarar. Sessizliğin içinde yankılanan bir soru vardır: “Ben kimim?” Bu sorunun cevabını ararken fark ederiz ki, yıllardır başkalarının yazdığı bir senaryoda rol almış, onların onayladığı bir hayatı yaşamışız. Kendi özümüzden uzaklaşmış, “doğru” görünen ama bize ait olmayan bir yaşamın içinde kaybolmuşuz...

Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi:
“İnsanın özü yoktur; insan, kendini ne yaparsa odur.”
Sartre’a göre insan, doğuştan belirlenmiş bir kimliğe sahip değildir; kimliğini kendi seçimleriyle inşa eder. Bu nedenle “kendini bilmek”ten çok, “kendini kurmak” önemlidir.

Ancak bu yaratım süreci, yalnızca iç sesimizi duyabildiğimizde ve bize ait olmayan beklentilerin arasından sıyrılabildiğimizde mümkündür. Gerçek benliğimizle bağ kuramadığımızda yönümüzü kaybederiz. Kimi zaman toplumun beklentileri, kimi zaman ailemizin sesi, kimi zaman da sadece “uyum sağlama” arzusu, kendi sesimizi bastırmamıza neden olur.

Sayısız hekim arkadaşımdan, aslında mühendis ya da sanatçı olmak isterken, ailelerinin baskısıyla ve “yüksek puan ziyan olmasın” düşüncesiyle tıp fakültesine yönlendirildiklerini ve bu baskıya boyun eğdiklerini dinledim. Büyük emek ve özveri gerektiren bu meslekte başarılı olsalar bile, zekâlarını ve yaratıcılıklarını körelterek, ne kadar amaçsız ve mutsuz yaşadıklarına defalarca tanık oldum.
Bu durumu Søren Kierkegaard şöyle özetler: "İnsan, kendi benliğini kaybedebilir; sessizce, farkına bile varmadan. Bu kayıp, dışarıdan bakıldığında hiçbir şeymiş gibi görünür ama aslında insanın yaşayabileceği en korkunç kayıptır."

Kim olduğumuzu anlama çabasında ilk adım, gerçek benliğimizle bağ kurmak; maskeleri indirip aynaya çıplak gözle bakma cesaretini göstermektir. Bu kolay değildir. Çünkü çoğumuz, eleştirilmekten ya da reddedilmekten korktuğumuz için kendimizi saklarız. Beğenilmek uğruna biçim değiştirir, içimizdekini bastırırız. Geleneklerin, inançların, ideolojilerin arkasına sığınır, hayatımızı başkalarının reçetelerine göre şekillendiririz. Böylece özgün bir benlik inşa etme sorumluluğundan kaçarız.

Ancak bunun bedeli, giderek silikleşen bir varoluştur. Zamanla kendimize ve hayata yabancılaşırız. Martin Heidegger bu durumu “das Man” yani “herkes” kavramıyla açıklar:
Herkes gibi yaşamak, herkes gibi düşünmek, herkes gibi hissetmek…
Ona göre insan, kendi varoluşunu ancak bu “herkes” olma hâlinden sıyrıldığında gerçekten hissedebilir.

Peki, kendimiz olmayı nasıl öğreniriz?
Bu sorunun yanıtı, basit bir “kendini tanı” sloganının ötesindedir. Kendini tanımak, içimizdeki ışık kadar gölgeyi de fark etmektir. Hem güçlü yanlarımızı hem de zayıflıklarımızı dürüstçe kabul etmektir. Yaralarımızdan kaçmadan, geçmişin izlerini onararak yürümektir.

Bu nedenle özgünlük, doğuştan gelen bir özellik değil; her gün yeniden inşa edilen bir süreçtir. Ancak özgün olmak, içimizdeki her dürtüyü serbest bırakmak anlamına gelmez. “Ben buyum” diyerek kırıcı, hoyrat ya da bencil davranmak özgünlük değil; farkındalıktan kaçıştır.

Gerçek özgünlük, kendimizin en iyi hâline ulaşma çabasıdır. Zayıflıklarımızı tanırız ama onların esiri olmayız. Güçlü yanlarımızı geliştirir, eksiklerimizi dönüştürmeye çalışırız.
Düşünün, biri size öfkeyle bağırdığında ya da size haksızlık ettiğinde, “Ben doğam gereği patlarım” mı dersiniz, yoksa “Bu tepkimin altında ne var?” diye mi sorarsınız?
İşte bu fark, bilinçle tepkisellik arasındaki farktır.

Araştırmalara göre, kişi gerçek benliğiyle temas hâlinde olduğunda yaşamında anlam duygusu belirgin biçimde artar. “Kim olduğumuz” bilgisine kolayca erişebildiğimizde, kendimize güvenimiz ve içsel tutarlılığımız güçlenir; kendimizi tanıdıkça hayat daha anlamlı hâle gelir.

Ancak bu yolculuk bitmeyen bir süreçtir. Çünkü biz değişiriz.
Tıpkı bir nehir gibi, aynı bedende ama farklı akışlarla süreriz.
Gerçek benliğe sadık kalmak, değişimin ortasında bile içsel pusulamızı koruyabilmektir. Albert Camus’nün çok sevdiğim sözleriyle: "Nefretin ortasında, içimde, yenilmez bir sevgi olduğunu buldum. Gözyaşlarının ortasında, içimde, yenilmez bir gülümseme olduğunu buldum. Karmaşanın ortasında, içimde, yenilmez bir sakinlik olduğunu buldum. Tüm bunların içinde fark ettim ki kışın ortasında, içimde, yenilmez bir yaz olduğunu buldum. Ve bu beni mutlu ediyor. Çünkü dünya üstüme ne kadar gelirse gelsin, içimde, onu gerisin geri yollayan daha güçlü, daha iyi bir şey var demektir."

O daha güçlü, daha iyi şey, insanın kendi özüdür; her fırtınadan sonra yeniden ısınan o içsel çekirdek.

Gerçek benlik, ne başkalarının yazdığı senaryolar ne özdeşim kurduğumuz inanç ve ideolojiler, ne de toplumsal rollerin maskesidir.
Asıl mesele, kendimizin en derin, en dürüst, en iyi hâliyle var olabilmektir.
🌐 www.safaknakajima.com

CUMHURİYET: BİATIN ZİNCİRLERİNİ GEVŞETEN AKILDoç. Dr. Şafak NakajimaCumhuriyet’i yalnızca bir rejim değişimi olarak görm...
29/10/2025

CUMHURİYET: BİATIN ZİNCİRLERİNİ GEVŞETEN AKIL

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Cumhuriyet’i yalnızca bir rejim değişimi olarak görmemiz yanıltıcı olur. Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıllar boyunca yoksul ve eğitimsiz bırakılıp, süpürge tohumu yedirilerek cepheden cepheye sürülmüş; marabalaştırılmış bir halkın akılla, bilimle ve yurttaşlık bilinci ile tanışmasıdır.

Maraba, toprak ağasının arazisinde çalışan ama toprağın sahibi olmayan tarım işçisidir. Marabalık, ekonomik bir konumun yanı sıra boyun eğmeyi içselleştirmiş bir toplumsal statüdür. “Maraba” kavramı zamanla, söz hakkı elinden alınmış, itaat etmeyi doğal bir davranış biçimi olarak benimsemiş insan tipinin mecazına dönüşmüştür. Cumhuriyet’in en büyük devrimi, bu zihinsel köleliğin zincirlerini tamamen kıramasa da gevşetebilmiş olmasıdır.

Dönüşümün büyüklüğünü kavrayabilmek için Osmanlı toplumunun entelektüel yapısına bakmamız gerekir. Bugün “dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz” diyenlerin çoğu, dedelerinin de kendi babalarının mezar taşlarını okuyamadığını bilmez. Zira Osmanlı halkının büyük kısmı Arap alfabesini bilse bile, yazılı metinleri anlayabilecek bir eğitime sahip değildi. 19. yüzyılın sonlarında genel okuryazarlık oranı yüzde beşin altındaydı; kadınlarda ise neredeyse sıfırdı. Atatürk’ün, cehaletle örülmüş bu duvarı yıkmak için başlattığı Harf Devrimi ile halk, ilk kez kendi dilinde, sade bir yazıyla okuyup yazma olanağına kavuştu.

Atatürk’ün beni en çok etkileyen yanı, muazzam öğrenme tutkusudur. Geniş ve çok katmanlı entelektüel birikimi; Montesquieu’nün hukuk anlayışından, Rousseau’nun yurttaşlık düşüncesinden, Ziya Gökalp’in toplum kuramından beslenir. Fakat o, tüm bu etkileri özgün bir sentezle birleştirerek kendi düşünce sistematiğini kurmuş, dogmanın yerine aklı, tapınmanın yerine anlamayı koyarak bireysel aklın kamusal değer kazanmasının yolunu açmıştır.

Bugün Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda, Amerika’nın kucağında “ulusal kurtuluş mücadelesi” verdiğini iddia edenlerden, petrolden beslenip Filistin’deki katliamın sponsorluğunu yapanlara kadar, dogma ve itaate dayalı iki yüzlü düzenlerin peyzajını görürüz. Türkiye'de halkın çoğunluğu, bu coğrafyanın tam ortasında, hâlâ çağdaş değerlere yönelme kararlılığını koruyabiliyorsa, bunun temelinde Cumhuriyet’in düşünsel mirası vardır. Cumhuriyet insanın kendi kaderini belirleme iradesidir. Bu irade, geçmişin biat kültüründen kalan tüm eksikliklere rağmen varlığını sürdürmektedir.

Atatürk’ün vizyonu Türkiye sınırlarının çok ötesine taşar. Hindistan’da Nehru, Mısır’da Nasır, Endonezya’da Sukarno, Güney Afrika’da Mandela gibi liderler, toplumlarını özgürleştirirken Atatürk’ün laiklik, eğitim ve ulusal egemenlik ilkelerinden ilham alır. 1979’da Havana’da yapılan Bağlantısızlar Zirvesi’nde Fidel Castro, Atatürk’ü “sömürge halklarının özgürlük mücadelesinde bir öncü” olarak tanımlar. Tunus’u Fransız sömürgeciliğinden kurtaran, laiklik ve modernleşmeyi temel alan reformlarıyla anılan ilk cumhurbaşkanı Habib Burgiba şunu söyler: “Sakarya Savaşı, Sakarya Zaferi, yirmi yaşımın en kuvvetli hatırası olmuştur. O zamanlar, kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemez miyim, onun ruhuna kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım?”

Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü anlamak, eşitliğin ve özgürlüğün hâkim olduğu bir yaşamı savunma bilincidir. Cumhuriyet’in 102. yılında bu mücadele, her sorgulayan aklın içinde yaşamaya devam ediyor ve edecek.

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.

MARX NEDEN YANILDI? — TEPKİLERE CEVAPDoç. Dr. Şafak NakajimaGeçtiğimiz günlerde yayımladığım Marx Neden Yanıldı? başlıkl...
27/10/2025

MARX NEDEN YANILDI? — TEPKİLERE CEVAP

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Geçtiğimiz günlerde yayımladığım Marx Neden Yanıldı? başlıklı yazı, beklediğimin de ötesinde ilgi gördü.
Ancak ilgi kadar öfke de büyüktü. Bazıları açık küfürlerle, bazıları da kendi çapında küçümsemelerle saldırmayı seçti.
Tabu böyledir. Sorguladığınız anda azgınlaşır ve sizi yok etmeye kalkışır.

İçlerinde yıllardır sayfamı takip edip bilgilerimden faydalananlar da vardı; bir kısmıysa Marx üzerinden kendine “mürit” kitlesi yaratıp onlara “eğitim” veren kişilerdi.
Ne tesadüf ki, bu şahısların hiçbiri yazıda geçen temel argümana akılcı bir yanıt veremedi.
Oysa benim söylediğim şey, ne Marx’ı küçümsemek ne de onun tarihsel önemini inkâr etmekti.
Ben yalnızca şunu ifade ettim.
Evrimsel psikoloji ve çağdaş teknolojik gelişmeler, Marx’ın öngördüğü biçimde bir eşitliğin gerçekleşmesini neredeyse imkânsız kılıyor.
Bu nedenle, özünde doğrular barındırsa da Marx’ın teorisi, çağın gerçekleriyle yeniden okunmak zorunda.

Ancak görüyorum ki, Marx’ın fikirlerini “metin değil inanç” olarak görenler için bu düşünce kabul edilemez.
Onların dünyasında Marx bir düşünür değil, bir peygamberdir; eleştirilemez, sorgulanamaz, yalnızca kutsanır.
Bu yüzden de felsefi argüman üretmek yerine, kişisel hakaret üretmeyi seçiyorlar.
En kolay savunma şekli bu: “Sen Marx’ı anlamamışsın.”
Daha da ileri gidenleri, “Zaten Marx’ı sıradan faniler anlayamaz.”
Elbette, kutsal metinleri herkes anlayamaz; çünkü orada düşünmek değil, inanmak esastır.

Bu saldırı biçiminin felsefede bir adı var: ad hominem.
Yani düşünceye değil, düşünen kişiye saldırmak.
Argümanı çürütmek yerine, argümanı dile getiren kişiyi küçültmeye çalışmak.
Bu, aklın bittiği yerde başlayan savunma refleksidir.
Çünkü fikirle baş edemeyen, fikri dile getirenin itibarını yok etmeye çalışır.
Tarihte bütün dogmalar böyle ayakta kalmıştır.
Sorgulayanı susturarak, düşünmeyi günah ilan ederek, eleştiriyi küfür sayarak.

Oysa gerçek felsefe, inançla değil, kuşku ve cesaretle var olur.
Bir düşünürü anlamanın ilk şartı ondan korkmamaktır.
Marx’ı anlamak da onu kutsamaktan değil, tarihsel ve biyolojik bağlamı içinde yeniden okumaktan geçer.
Ne yazık ki birçok kişi için Marx artık bir düşünme alanı değil, kimlik taşıyıcısıdır;
ve kimliğini kaybetme korkusu, düşünme yeteneğini öldürür.

Benim derdim inançla değil, akılla.
Ve merak etmesinler: benim zekâmın ve hem biyolojik hem sosyal bilimlerdeki eğitimimin zekâtı, onların yedi sülalesine yeter.

Daha önce de yazdığım bir konuyu yeniden, daha detaylı ele alacağım. Teleoloji, evrende her şeyin belirli bir “amaç” doğrultusunda ilerlediği fikridir. Bu anlayışta tarih rastlantısal değil; bir hedefe doğru giden, anlamlı bir süreçtir. Hem din hem de Marx’ın materyalist tarihi, görünüşte farklı kökenlerden gelseler de bu çizgiyi taşır.
Dinde tarih Tanrı’nın planına göre işler; insanlık “ilahi düzen”e, yani cennete doğru ilerler.
Marx’ta ise tarih, üretim ilişkilerinin evrimiyle ilerler; insanlık sınıfsız toplum aşamasına, yani dünyevi bir “cennet”e ulaşır.

Marx’ın tarih anlayışı Hegel’in diyalektiğini tersyüz eden bir tarihsel materyalizme dayanır. Hegel’de “Tin”in kendi bilincine ulaşması amaçken, Marx’ta bu yerini insanın özgürleşmesine bırakır. Tarih, üretim biçimlerinin çelişkilerinden doğan kaçınılmaz bir evrimdir. Nihai hedef özel mülkiyetin kalktığı, yabancılaşmanın sona erdiği, eşit ve özgür bir insan toplumudur.
Yani Marx’ın komünizmi seküler bir cennettir; Tanrı’nın değil, insanın kendi elleriyle yaratacağı bir “kurtuluş” düzenidir. Ancak bu kurtuluş dinî eskatolojilere benzer bir “nihai aşama” fikrine dayanır.
Marx’ın teorisi ile dinin cennet vaadi aynı metafizik kökten beslenir: “insan acısının bir gün son bulacağı” inancı. Fakat Marx bu inancı ilahi olandan koparıp tarihsel maddeye taşır.

Batı’da Marx tartışmaları evrimsel biyoloji, nöroekonomi ve yapay zekâ çağında yeniden ele alınırken, bizde hâlâ Marx’ı eleştirmek “günah”, sorgulamak “ihanet” sayılır. Çünkü Türkiye’de sol düşünce felsefi temelden çok, kimliksel aidiyet üzerinden yaşar. Bir görüş bir düşünce biçimi değil; “biz”i tanımlayan bir bayraktır. Bu nedenle eleştiri düşünsel değil, duygusal bir yaradır. Tıpkı dine yöneltilen sorgulamaların “imanı zayıflatma” korkusuna yol açması gibi, Marx’a yöneltilen sorgulama da “davaya ihanet” olarak algılanır.

Oysa bilim de felsefe de inançla değil, şüpheyle ilerler. Bir düşünürün gerçek mirası onu kutsamak değil, geliştirebilmektir. Ama bu ülkede çoğu kişi bilimsel eğitimden yoksundur. Marx’ı da okumaz; okumadığı için de eleştiremez, yalnızca ona inanır. Bu inanç biçimi dinin karşıtı değil, uzantısıdır. Sadece dualar değişmiştir, tapınma biçimi değil.

Dinin cennet vaadiyle Marx’ın komünist ütopyası aynı yanılsamayı paylaşır. Bu yanılsama tarihin bir “son”u, insanın bir “tamamlanma” anı olduğu inancıdır. Oysa insan doğası ne biyolojik olarak, ne psikolojik olarak, ne de felsefi olarak tamamlanabilir.

Spinoza’nın “her şey zorunlulukla olur” anlayışı modern evrim teorisindeki amaçsız ama neden-sonuç zinciriyle işleyen süreçlerle örtüşür. Türler “iyi” ya da “kötü” oldukları için değil, yalnızca var olabildikleri için varlıklarını sürdürür. Nietzsche’nin dediği gibi “İnsanın trajedisi, aynı zamanda onun mucizesidir.” Anlam tamlıktan değil, eksiklikten doğar.

İnsan yalnızca kendi çıkarlarına uyduğu zaman işbirliğine gider. Marx insanı doğasından kopuk biçimde romantize eder. Yanıldığı yer insanın potansiyelinde değil, doğasındadır. Ve doğa hiçbir zaman kusursuz bir plana hizmet etmez.

Yanan bir binaya yalnızca bir kez girme şansınız var. Kendi çocuğunuzu mu kurtarırsınız yoksa komşunun üç çocuğunu mu. Bugüne dek bu soruya “komşunun üç çocuğunu kurtarırım” diyen bir tek kişi bile çıkmadı. Evrim budur işte. Çünkü canlı önce hayatta kalmak sonra soyunu sürdürmek için evrimleşir. Bu içgüdü ahlaktan, ideolojiden, cennet vaadinden daha eskidir. Eşitlik, adalet ve devrim fikirleri bu biyolojik temelin üzerine inşa edilen ince bir ciladır yalnızca. Ama doğa cilayı değil özü belirler.
Cila ilk darbede kalkar, geriye yalnızca türün çıplak gerçeği kalır.
Evrim, insanın tüm ideolojilere rağmen işleyen doğasının yasasıdır.

Sevgili Marx “uzmanları”,
Ben de eşit ve özgür bir dünyayı savunuyorum.
Aramızdaki fark, benim ayaklarımın yere basıyor ve gerçeği bilimin ışığında arıyor olmam.
Küfretmeye, sataşmaya kalkışmayın, ben bir Çeçen’im; korkmam, tersim fenadır.
Hadi şimdi gidin, biraz biyoloji çalışın. 😉

ÖLÜMÜN İZİNDEDoç. Dr. Şafak Nakajima"Bir yakınımızı kaybettiğimizde, sadece duygusal dünyamız değil, günlük yaşamımızın ...
26/10/2025

ÖLÜMÜN İZİNDE

Doç. Dr. Şafak Nakajima

"Bir yakınımızı kaybettiğimizde, sadece duygusal dünyamız değil, günlük yaşamımızın pek çok unsuru da değişir. Örneğin, bir ebeveynin kaybı, aile içindeki rollerin yeniden şekillenmesine neden olabilir; sorumluluklar artar, belki de başka aile üyelerine destek olma yükü omuzlarımıza biner. Her sabah yaptığımız telefon görüşmeleri, akşamüstü ziyaretleri ya da özel günlerde birlikte geçirilen vakitler bir anda boşluğa dönüşür. Tatiller, bayramlar, doğum günleri artık eskisi gibi keyifli gelmez, çünkü eksiklik her şeyin içine sızar. Sıradan bir sabah kahvesi bile, birlikte paylaşılan anılar ve sohbetler olmadan aynı tadı vermez. Ayrıca, kaybettiğimiz kişinin bize verdiği duygusal destek ya da rehberlik de yok olur; bu da hayatımızda yalnızlık ve kararsızlıkla dolu yıkıcı bir değişime yol açar.

Kaybetmek, yaşamın kaçınılmaz gerçeği, bu gerçek karşısında hissettiğimiz derin üzüntü ise yasın ifadesidir. Belki de ilk yasımız, ilk nefesimizle başlar. Annemizin rahminin güvenli ve sıcak dünyasından, soğuk, gürültülü ve yabancı bir dünyaya adım atmak, büyük bir kayıp değil midir?"

Amazon Şafak Nakajima sayfası:
http://bit.ly/3JvxWnU

DÜŞÜNMEYİ UNUTAN ZİHİNLERİN TRAJEDİSİDoç. Dr. Şafak NakajimaGeçtiğimiz günlerde yayımladığım “Marx Neden Yanıldı?” başlı...
26/10/2025

DÜŞÜNMEYİ UNUTAN ZİHİNLERİN TRAJEDİSİ

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Geçtiğimiz günlerde yayımladığım “Marx Neden Yanıldı?” başlıklı yazı, hayatım boyunca hiçbir metnimde karşılaşmadığım ölçüde çirkin yorumlara maruz kaldı. Oysa şimdiye dek Darwin’in yaşamını ele aldığım ya da evrimin insan bedeninde yarattığı yapısal sorunları incelediğim yazı dizilerinde bile, en muhafazakâr okurlarımdan böylesine saldırgan tepkiler almamıştım. Bu kez ise kendilerini “aydın” ve “solcu” olarak tanımlayan bazı kişiler, adeta sinir krizi geçirerek saldırıya geçti.

Kullandıkları dil öylesine kirliydi ki, o sözleri sayfamda paylaşmayı, aklı başında okurlarıma ve düşünsel emeğe yapılmış bir hakaret olarak görüyorum. Evrime dair tek cümle kuramayacak, “Hox genleri”, “mRNA” ya da “SNP” nedir diye sorsam ışık karşısında donakalmış geyiklere dönecek bu şahıslar, hiç anlamadıkları bir makale üzerinden en galiz küfürleri savurmayı marifet saydılar. Bu tutumun, “eşit ve özgür bir dünya kurma” iddiasıyla nasıl bağdaştığını doğrusu merak ediyorum.

Ezberlerinin sorgulanması karşısında verdikleri bu ilkel tepki, bilmekle inanmak arasındaki farkı bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Bilmek; sorgulamayı, öğrenmeyi ve değişmeyi içerir. Kendini mutlak doğruya değil, hakikatin akışına teslim eder.
İnanmak ise çoğu zaman bilgiyi değil, kimliği savunur; düşünceyi değil, aidiyeti korur.
Bilgiyi inançla, fikri aidiyetle karıştırdığınız anda dogma doğar ve dogma, hangi renge, dine ya da ideolojiye bürünürse bürünsün, aynı karanlığa hizmet eder.

Fanatizmin sağı solu yoktur; çünkü fanatizm fikir değil, bilinç düzeyidir.
Kimliğini bir düşünceye gömen herkes, o düşüncenin tutsaklığına girer.
Bugün bu ülkenin en büyük eksikliği tam da budur: bilgiyle düşünmeyen, sadece tepkilerle var olmaya çalışan zihinler.

TAŞI DELEN SU DAMLASI OLABİLMEKDoç. Dr. Şafak NakajimaGenel anlamda ne dinlemeyi ne de konuşmayı bilen bir toplumuz. Ken...
26/10/2025

TAŞI DELEN SU DAMLASI OLABİLMEK

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Genel anlamda ne dinlemeyi ne de konuşmayı bilen bir toplumuz. Kendi gerçeğimizi bir an önce duyurma, üste çıkma ve son sözü söyleme hevesimiz; aile ilişkilerinden arkadaşlıklara, çalışma hayatından ülke yönetimine kadar her alanda, gerçeklerin değil hırsların ve bu hırsın itici gücü olan öfkenin hâkim olmasına yol açıyor.

İlişkilerindeki sorunlar üzerine çalıştığım kişilere, düzelmeleri için çok basit bir formül veriyorum: dikkatle dinlemek ve düşünerek cevap vermek. Elbette kulağa kolay gelen; ancak hayata geçirmek için, sağlam bir ruh terbiyesi gerektiren bir tutum bu.

Çatışma, yaşamın kaçınılmaz bir parçasıdır. Çünkü inançlarımız ve yaşam biçimlerimiz, çoğu zaman sevdiklerimizin, tanıdıklarımızın ya da birlikte çalıştığımız insanlarınkinden oldukça farklıdır. Bu farklılıklar acı, öfke ya da kırgınlık doğurabilir; ama aynı zamanda öğrenme fırsatları da barındırır. Bir anlaşmazlıkla karşılaştığımızda kendimizi nasıl ifade ettiğimiz, sabrımızın düzeyini ve iç enerjimizin niteliğini ortaya koyar.

Çoğu çatışmanın altında dile getirilmeyen, bastırılmış ihtiyaçlar yatar. Bu ihtiyaçlar genellikle öfke ya da saldırgan davranışlarla örtülüdür. Çatışmanın içinde gizli olan bilgeliği bulmanın anahtarı, kendinize neden belli bir kişiyle ya da durumla çatıştığınızı sormaktır. Bunun için gözlerinizi ve kulaklarınızı açık tutun. Anlaşmazlığınızın hem içsel hem de dışsal köklerini fark ettikten sonra, hissettiğiniz öfkeyi ya da kırgınlığı bilinçli biçimde bırakmaya çalışın.

Bunu yaptığınızda, siz ve karşınızdaki kişi arasındaki enerji fark edilir biçimde değişir. O kişi hâlâ sınırlı bir bilinç düzeyinde davransa bile, siz kendi tutum ve hislerinizi dönüştürmüş olursunuz. Her birinizin düşünme ve hissetme biçimi için geçerli nedenleri olabileceğini kabul edin ve karşınızdakinin düşüncelerini değiştirme gücünüz olmadığını hatırlayın. Bu farkındalık, anlaşmazlığı daha rasyonel, sakin ve uzlaşmaya açık bir biçimde ele almanıza yardımcı olur.

Bir çatışma sırasında karşınızdakini dikkatle ve empatiyle dinlediğinizde, tartışmaları uzlaşma fırsatlarına dönüştürebilirsiniz. Kendi düşünce ve duygularınızı da dikkatle inceleyin; belki farkında olmadan direnç gösteriyor ya da karşınızdaki kişiyle ilgili olumsuz düşünceler besliyorsunuzdur. Kendi payınızı fark ettikçe, her yeni çatışma empati, şefkat ve hoşgörü becerilerinizi biraz daha geliştirme fırsatına dönüşür.

Bu konuyu bilinç düzeyine çekerek, yukarıda saydığım ilkelere kararlılıkla sahip çıkmanız, çoğu ilişkinizde sorunları çözmeniz için yeterli olacaktır. Özellikle çocuk yetiştiren aileler için bu tutum hayati önemdedir. Çünkü hem çocuğun ruh sağlığı hem de işlevsel bir toplumun inşası, büyük ölçüde düzgün iletişim kurabilen bireylerin sayısına bağlıdır.

Zor insanlarla karşılaşmak bu formülün işlemesini zorlaştırabilir; ancak bu durum sizin onların oyununa katılmanızı gerektirmez. Siz doğru iletişim kurma konusunda kararlı olduğunuzda, zamanla taşı delen su damlası olur ve ummadığınız değişimlerin kapısını aralayabilirsiniz.

🌐 www.safaknakajima.com
☎️ 0552 223 98 97

SESSİZ ŞİDDETİN ANATOMİSİDoç. Dr. Şafak Nakajimaİlişkilerin insan ruhunda karmaşık etki bırakan, özgüveni yavaş yavaş aş...
24/10/2025

SESSİZ ŞİDDETİN ANATOMİSİ

Doç. Dr. Şafak Nakajima

İlişkilerin insan ruhunda karmaşık etki bırakan, özgüveni yavaş yavaş aşındırıp kişiyi ne yapacağını bilemez hâle getiren görünmez zehri, duygusal şiddettir.

Duygusal şiddet çoğu zaman fark edilmesi güç biçimlerde yaşanır. Fiziksel bir zarar görülmediği için, insan içinde bulunduğu durumu tanımlamakta zorlanabilir. Böyle bir ilişki içinde olup olmadığınızı anlamanın öncelikli yolu, o kişiyle geçirdiğiniz zamanın sizde bıraktığı duygusal izleri fark etmektir. Her buluşmanın ardından kendinizi hayal kırıklığına uğramış, değersiz, kafası karışmış, tükenmiş ya da endişeli hissediyorsanız bu, ilişkinizin sağlıksız olduğuna işaret eder. Üstelik duygusal şiddet yalnızca güçlüden güçsüze yönelmez. Sizinle iletişimi kesen çocuğunuz, sorumluluklarını yerine getirmeyen çalışanınız ya da sizi görmezden gelen arkadaşınız da duygusal şiddet uygulayabilir.

Meslek yaşamımda en sık gözlemlediğim durum, duygusal şiddete maruz kalan kişilerin yaşadıklarını tam olarak tanımlayamamaları ve çoğunun “aslında o kadar da kötü değil” diyerek yaşadıklarını küçümsemesidir. Bu, kişinin yaşadıklarına tahammül edebilmek için geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır; ancak istismarcı davranışların normalleşmesine yol açar. Bazıları yaşadıklarının yanlış olduğunu fark etse bile kısa süre sonra bundan suçluluk duyar. Çünkü bu kişiler genellikle empatik, iyi niyetli ve sınır koymakta zorlanan bireylerdir. Hele duygusal şiddet uygulayan kişi anne, baba gibi toplumsal olarak “saygı duyulması gereken” bir konumdaysa, onu eleştirmek neredeyse imkânsız hâle gelir. Oysa herkes koşulsuz biçimde nezaket ve saygı görmeyi hak eder. Bu farkındalık, duygusal şiddet döngüsünü kırmanın başlangıcıdır.

Duygusal şiddet pek çok biçimde karşımıza çıkar; saldırganlık açık ya da dolaylı olabilir. Küçümsemek, isim takmak, hakaret etmek gibi davranışlar açık saldırganlığa örnek olurken; somurtmak, küsmek, iletişimi kesmek veya sessizlikle cezalandırmak pasif saldırganlığın göstergesidir. Örneğin bir partner günlerce konuşmayarak cezalandırabilir; bir ebeveyn, kendi istediği biçimde yaşamanızı bekleyip bu gerçekleşmediğinde sizi aileden dışlayarak kontrol altında tutabilir ya da bir iş arkadaşı yaptığınız her işi küçümseyebilir.

Bir diğer biçim, karşınızdaki kişinin size gerçekçi olmayan beklentiler yüklemesidir. Sizden önceliklerinizi bırakıp onun ihtiyaçlarına koşmanızı, tüm zamanınızı ona ayırmanızı isteyebilir; ne kadar çabalarsanız çabalayın hiçbir zaman memnun olmaz. Sınır koymaya çalıştığınızda sizi vicdansızlıkla suçlayabilir, farklı bir fikir dile getirdiğinizde sevgisizlikle ya da ilgisizlikle itham edebilir.

Duygusal şiddetin başka bir biçimi de duygusal ve düşünsel gerçekliğinizin geçersiz kılınmasıdır. Hislerinizin abartılı olduğunu söyleyebilir, sizi “çok hassas”, “bencil” ya da “maddeci” olmakla suçlayabilir. Fikirlerinizi değersizleştirir, isteklerinizi önemsiz bulur. Bu tutum, zamanla kişinin kendi algısına olan güvenini zedeler.

Bazı duygusal saldırganlar ise sürekli bir karmaşa yaratır. Bir gün sevgi dolu davranırken ertesi gün sebepsiz öfke patlamaları yaşayabilir. Sık sık ilişkiyi sona erdirmekten, evi terk etmekten bahsedebilir. Tutarsız davranışlarıyla sizi zihinsel olarak yorar, küçük hataları büyütür, durduk yere tartışmalar çıkarır.

Duygusal şiddetin en yıpratıcı biçimlerinden biri manipülasyondur. Kişi suçluluk duygusu yaratarak kontrol kurar. Sizi çevrenizden uzaklaştırıp yalnızlaştırır. Değerlerinizi veya vicdanınızı kullanarak üzerinizde baskı oluşturur. Aşırı kıskançlık gösterebilir, topluluk içinde sizi küçük düşürebilir, kendi hatalarını gizlemek için sizin kusurlarınızı abartabilir. Verdiği sözleri, yaşanan olayları inkâr eder, gerçeği çarpıtır veya sevgisini esirgeyerek cezalandırır.

Bu konuda, kendi toplumsal koşullarımızın gerçekliğiyle kaleme aldığım ve İnkılap Kitabevi tarafından yayımlanan, online kitapçılardan temin edebileceğiniz “İlişkilerin Karanlık Kuyuları” adlı kitabımda; gerek şiddet türleri gerekse saldırgan ve mağdurun kişilik yapılarının özellikleri üzerine çok kapsamlı bilgiler bulabilirsiniz.

Duygusal şiddet zamanla kişinin özsaygısını zedeler, iç dengesini bozar ve duygusal tükenmişliğe yol açar. Böyle bir durumda nitelikli bir ilişki danışmanlığı süreci, kişinin yaşadığı döngüyü fark etmesine, duygusal sınırlarını yeniden tanımlamasına ve ilişkilerinde daha sağlıklı bir denge kurmasına yardımcı olur. Danışmanlık, suçlama ya da savunma yerine farkındalık, iletişim becerisi ve duygusal olgunluk kazandırmayı hedefler. Bu sayede birey hem kendi iç gücünü yeniden kazanır hem de ilişkilerinde karşılıklı saygı ve dengeyi kurmayı öğrenir.

🌐 www.safaknakajima.com
☎️ 0552 223 98 97

Address

Esentepe, Yıldız Posta Caddesi No:13/A D:14 Şişli
Tesvikiye
34394

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Doç. Dr. Şafak Nakajima posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Share

Share on Facebook Share on Twitter Share on LinkedIn
Share on Pinterest Share on Reddit Share via Email
Share on WhatsApp Share on Instagram Share on Telegram

Category