27/10/2025
MARX NEDEN YANILDI? — TEPKİLERE CEVAP
Doç. Dr. Şafak Nakajima
Geçtiğimiz günlerde yayımladığım Marx Neden Yanıldı? başlıklı yazı, beklediğimin de ötesinde ilgi gördü.
Ancak ilgi kadar öfke de büyüktü. Bazıları açık küfürlerle, bazıları da kendi çapında küçümsemelerle saldırmayı seçti.
Tabu böyledir. Sorguladığınız anda azgınlaşır ve sizi yok etmeye kalkışır.
İçlerinde yıllardır sayfamı takip edip bilgilerimden faydalananlar da vardı; bir kısmıysa Marx üzerinden kendine “mürit” kitlesi yaratıp onlara “eğitim” veren kişilerdi.
Ne tesadüf ki, bu şahısların hiçbiri yazıda geçen temel argümana akılcı bir yanıt veremedi.
Oysa benim söylediğim şey, ne Marx’ı küçümsemek ne de onun tarihsel önemini inkâr etmekti.
Ben yalnızca şunu ifade ettim.
Evrimsel psikoloji ve çağdaş teknolojik gelişmeler, Marx’ın öngördüğü biçimde bir eşitliğin gerçekleşmesini neredeyse imkânsız kılıyor.
Bu nedenle, özünde doğrular barındırsa da Marx’ın teorisi, çağın gerçekleriyle yeniden okunmak zorunda.
Ancak görüyorum ki, Marx’ın fikirlerini “metin değil inanç” olarak görenler için bu düşünce kabul edilemez.
Onların dünyasında Marx bir düşünür değil, bir peygamberdir; eleştirilemez, sorgulanamaz, yalnızca kutsanır.
Bu yüzden de felsefi argüman üretmek yerine, kişisel hakaret üretmeyi seçiyorlar.
En kolay savunma şekli bu: “Sen Marx’ı anlamamışsın.”
Daha da ileri gidenleri, “Zaten Marx’ı sıradan faniler anlayamaz.”
Elbette, kutsal metinleri herkes anlayamaz; çünkü orada düşünmek değil, inanmak esastır.
Bu saldırı biçiminin felsefede bir adı var: ad hominem.
Yani düşünceye değil, düşünen kişiye saldırmak.
Argümanı çürütmek yerine, argümanı dile getiren kişiyi küçültmeye çalışmak.
Bu, aklın bittiği yerde başlayan savunma refleksidir.
Çünkü fikirle baş edemeyen, fikri dile getirenin itibarını yok etmeye çalışır.
Tarihte bütün dogmalar böyle ayakta kalmıştır.
Sorgulayanı susturarak, düşünmeyi günah ilan ederek, eleştiriyi küfür sayarak.
Oysa gerçek felsefe, inançla değil, kuşku ve cesaretle var olur.
Bir düşünürü anlamanın ilk şartı ondan korkmamaktır.
Marx’ı anlamak da onu kutsamaktan değil, tarihsel ve biyolojik bağlamı içinde yeniden okumaktan geçer.
Ne yazık ki birçok kişi için Marx artık bir düşünme alanı değil, kimlik taşıyıcısıdır;
ve kimliğini kaybetme korkusu, düşünme yeteneğini öldürür.
Benim derdim inançla değil, akılla.
Ve merak etmesinler: benim zekâmın ve hem biyolojik hem sosyal bilimlerdeki eğitimimin zekâtı, onların yedi sülalesine yeter.
Daha önce de yazdığım bir konuyu yeniden, daha detaylı ele alacağım. Teleoloji, evrende her şeyin belirli bir “amaç” doğrultusunda ilerlediği fikridir. Bu anlayışta tarih rastlantısal değil; bir hedefe doğru giden, anlamlı bir süreçtir. Hem din hem de Marx’ın materyalist tarihi, görünüşte farklı kökenlerden gelseler de bu çizgiyi taşır.
Dinde tarih Tanrı’nın planına göre işler; insanlık “ilahi düzen”e, yani cennete doğru ilerler.
Marx’ta ise tarih, üretim ilişkilerinin evrimiyle ilerler; insanlık sınıfsız toplum aşamasına, yani dünyevi bir “cennet”e ulaşır.
Marx’ın tarih anlayışı Hegel’in diyalektiğini tersyüz eden bir tarihsel materyalizme dayanır. Hegel’de “Tin”in kendi bilincine ulaşması amaçken, Marx’ta bu yerini insanın özgürleşmesine bırakır. Tarih, üretim biçimlerinin çelişkilerinden doğan kaçınılmaz bir evrimdir. Nihai hedef özel mülkiyetin kalktığı, yabancılaşmanın sona erdiği, eşit ve özgür bir insan toplumudur.
Yani Marx’ın komünizmi seküler bir cennettir; Tanrı’nın değil, insanın kendi elleriyle yaratacağı bir “kurtuluş” düzenidir. Ancak bu kurtuluş dinî eskatolojilere benzer bir “nihai aşama” fikrine dayanır.
Marx’ın teorisi ile dinin cennet vaadi aynı metafizik kökten beslenir: “insan acısının bir gün son bulacağı” inancı. Fakat Marx bu inancı ilahi olandan koparıp tarihsel maddeye taşır.
Batı’da Marx tartışmaları evrimsel biyoloji, nöroekonomi ve yapay zekâ çağında yeniden ele alınırken, bizde hâlâ Marx’ı eleştirmek “günah”, sorgulamak “ihanet” sayılır. Çünkü Türkiye’de sol düşünce felsefi temelden çok, kimliksel aidiyet üzerinden yaşar. Bir görüş bir düşünce biçimi değil; “biz”i tanımlayan bir bayraktır. Bu nedenle eleştiri düşünsel değil, duygusal bir yaradır. Tıpkı dine yöneltilen sorgulamaların “imanı zayıflatma” korkusuna yol açması gibi, Marx’a yöneltilen sorgulama da “davaya ihanet” olarak algılanır.
Oysa bilim de felsefe de inançla değil, şüpheyle ilerler. Bir düşünürün gerçek mirası onu kutsamak değil, geliştirebilmektir. Ama bu ülkede çoğu kişi bilimsel eğitimden yoksundur. Marx’ı da okumaz; okumadığı için de eleştiremez, yalnızca ona inanır. Bu inanç biçimi dinin karşıtı değil, uzantısıdır. Sadece dualar değişmiştir, tapınma biçimi değil.
Dinin cennet vaadiyle Marx’ın komünist ütopyası aynı yanılsamayı paylaşır. Bu yanılsama tarihin bir “son”u, insanın bir “tamamlanma” anı olduğu inancıdır. Oysa insan doğası ne biyolojik olarak, ne psikolojik olarak, ne de felsefi olarak tamamlanabilir.
Spinoza’nın “her şey zorunlulukla olur” anlayışı modern evrim teorisindeki amaçsız ama neden-sonuç zinciriyle işleyen süreçlerle örtüşür. Türler “iyi” ya da “kötü” oldukları için değil, yalnızca var olabildikleri için varlıklarını sürdürür. Nietzsche’nin dediği gibi “İnsanın trajedisi, aynı zamanda onun mucizesidir.” Anlam tamlıktan değil, eksiklikten doğar.
İnsan yalnızca kendi çıkarlarına uyduğu zaman işbirliğine gider. Marx insanı doğasından kopuk biçimde romantize eder. Yanıldığı yer insanın potansiyelinde değil, doğasındadır. Ve doğa hiçbir zaman kusursuz bir plana hizmet etmez.
Yanan bir binaya yalnızca bir kez girme şansınız var. Kendi çocuğunuzu mu kurtarırsınız yoksa komşunun üç çocuğunu mu. Bugüne dek bu soruya “komşunun üç çocuğunu kurtarırım” diyen bir tek kişi bile çıkmadı. Evrim budur işte. Çünkü canlı önce hayatta kalmak sonra soyunu sürdürmek için evrimleşir. Bu içgüdü ahlaktan, ideolojiden, cennet vaadinden daha eskidir. Eşitlik, adalet ve devrim fikirleri bu biyolojik temelin üzerine inşa edilen ince bir ciladır yalnızca. Ama doğa cilayı değil özü belirler.
Cila ilk darbede kalkar, geriye yalnızca türün çıplak gerçeği kalır.
Evrim, insanın tüm ideolojilere rağmen işleyen doğasının yasasıdır.
Sevgili Marx “uzmanları”,
Ben de eşit ve özgür bir dünyayı savunuyorum.
Aramızdaki fark, benim ayaklarımın yere basıyor ve gerçeği bilimin ışığında arıyor olmam.
Küfretmeye, sataşmaya kalkışmayın, ben bir Çeçen’im; korkmam, tersim fenadır.
Hadi şimdi gidin, biraz biyoloji çalışın. 😉